31 Aralık 2009

...






Orada bulunan herkesin yüzünde üzüntülü bir ifade vardı. Ve bazıları da ağlıyordu galiba. Evet evet ağlıyorlardı, hem de yüksek sesle ve kimseden çekinmeden. Hava yağmurluydu. ama her an güneş çıkacak gibiydi. Ormanlık bir alandaydılar ve bütün ağaçlar yemyeşildi. Kavaklar, çamlar, serviler, kayınlar, meşeler, çınarlar ve adını bilmediği bir çok ağaç vardı. Hepsinin kokusu ayrıydı ve birleştiklerinde herşeyin içini temizliyorlardı. Bir sürü hayvan da vardı bu ormanda. Daha önce hiç görmediği kuşlar şarkı söylüyorlardı hep bir ağızdan. Ama sanki biraz hüzünlüydü bu şarkı. Daha çok bir ağıta benziyordu. Diğer hayvanlar susuyor ve şarkıyı dinliyorlardı sessizce. Hepsinde bir dinginlik ve huzur vardı. Uğur böceği kanatlarını içine çekmişti, karıncalar ve arılar çalışmıyorlardı artık, maymunlar birbirini temizliyordu sessizce, papağanlar birbirinin sessizliğini taklit ediyorlardı, ceylanlar ot yemiyordu artık, bir köpek ailseini de yanına almış sohbet ediyordu onlarla, kartallar ve akbabalar uçmuyorlardı, yüksek bir sekoyanın tepesinden izliyorlardı insanları ve diğerlerini. Gökyüzünden bir ses geldi, hazır olun der gibi. İnsanlar yanlarında getirdikleri şemsiyeleri açtılar, ıslanmamak için. İnsanların yüzüne biraz daha dikkatli baktı ve birkaçı dikkatini çekti. Sanki onları tanıyordu. Anlamıştı en sonunda onların kim olduğunu. Ailesi idi onlar. İlk görüşte neden tanıyamadığını düşündü ve üzüldü. Diğerlerinden bir kaçını daha tanıyordu galiba. Ama bir türlü kim olduklarını anlayamıyordu. Nasıl hatırlayamazdı bir türlü aklı almıyordu. Unuttu onları ve ailesini düşünmeye başladı. Neden burdaydılar ve özellikle annesi neden bu kadar çok ağlıyordu? Neye üzülüyorlardı? Ailesinin haricinde bir bayan daha ağlıyordu. Ve gerçekten çok üzgün görünüyordu. Kim di bu bayan ve neden ağlıyordu? Sorulara cevap bulamadığı için canı sıkıldı. Biraz yaklaştı onlara.


Bu bayanda onu çeken bir şey vardı. Sanki aynı anda doğmuşlar ve bir daha hiç ayrılmamışlar gibiydi hisleri. Birisi ona naber nedi. Ama o cevap vermedi soruyu sorana. Annesi bir ağıt yakmıştı galiba ama sözleri anlaşılmıyordu yada sadece o anlamıyordu. Annesi ağladıkça kardeşleri ve babası daha çok ağlıyordu. O bayanda ağlıyordu ama biraz farklı. Birden bir ışık yandı beyninde. Kim olduğunu hatırladı bayanın ve şaşırdı neden burda diye. Ailesi ile neden aynı ortamdaydı bu sevdiği bayan? Onlar ne zaman tanışmışlardı hem? Biraz daha yaklaştı ağlayan insanlara. Anne neden burdasınız ve neden ağlıyorsunuz diye sordu. Ama ne annesi ne de diğerleri dönüp bakmadılar bile. Sanki beni görmüyorlar diye düşündü. Annesinin sözlerine kulak verdi tekrar. Kara gözlerine gurban olduğum yavrum diyordu annesi. Ama nasıl olurdu? Bunu yalnızca kendisine derdi? Kanatlarını açtı ve biraz daha yaklaştı onlara. Ben ölmedim bak burdayım diye bağırıyordu. Ama onu kimse görmüyor ve duymuyordu. Bir tek sevdiği bayan ona doğru baktı. Yüzünde ufak bir gülümseme olmuştu aşık olduğu bayanın. Ama yeniden toprağa ve içinde yatan sevgilisine baktı. Artık ağlamıyordu. Şaşırdı bunları gören. Doğruca sevdiği insana yaklaştı ve sevdiğinin gözlüklerinde gördüğü şeye, yani kendisine baktı ve gördüğüne inanamadı bir süre. Bir kelebek olmuştu! Yağmur kesilmişti ve güneşle beraber bir gökkuşağı sarmıştı gökyüzünü.
26.04.2005

30 Aralık 2009

rüya








uykuyla uyanıklık arasında araf gibi bir yerdeyim bugünlerde...
bir yanım çevremdeki herşeyi algılayıp ona göre hareket ederken,
diğer yanım sanki yaşadığım herşey bir rüyaymış gibi bakıyor hayata ve
gülüp geçiyor sanki...

siz hiç rüya gördüğünüzün farkına varır mısınız, rüya gördüğünüz anlarda...
ben çoğunlukla farkediyorum, gördüklerimin rüya olduğunu,
ve hatta istediğim şekilde yönlendiriyorum çoğunlukla rüyalarımı...
bir bakıma rüyalarımın tanrısıyım değil mi...

gerçek olmayan mekanlar ve hayali kişiler yaratıyorum o anlarda...
istediğim yere gidiyorum... istediğim kişileri çıkarıyorum karşıma...
ama o anlarda bunları gerçekten ben mi istiyorum diye de şaşırıyorum...
şaşırdığıma göre sanki tam olarak ben istemiyorum gibi...

yaşadığım şey bir paradoks aynı zamanda...
hem rüya olduğunun farkında olmak,
hem de rüyanı istediğin yöne çekmek...

bir de madem o kadar farkındasın,
bari şöyle en çok istediğin şeyleri yapsana değil mi...
ne bileyim gitmek isteyip de gidemediğin yerlere git mesela...
uzun zamandır görmek istediğin ve özlediğin kişiyi gör mesela...

peki kim karar veriyor o zaman gördüklerime...
ben yönlendirdiğimi biliyorum, buna eminim...
hatta "bak ben ne istiyorsam o oluyor diyorum" rüyayı görürken...

sanki ben karar veriyorum gibi,
ama daha çok başka birşeyin istediği şeyleri,
kendim istiyormuşum gibi algılıyorum aslında... yani galiba...
nedir bu başka şey ve nasıl bir şeydir hiç bir fikrim yok...





öyle işte... bugünlerde uykuyla uyanıklık arasındayım...
kendimi ne şu anki dünyada hissediyorum tam anlamıyla,
ne de uyku denen anlaşılması zor büyülü dünyada...

uykunun gerçek, gerçek sandığımız şu anın ise bir yanılsama olduğundan bahsediyordu,
nietzsche "böyle buyurdu zerdüşt" isimli kitabında...
belki de haklıdır, bunu bilmemizin mümkünatı var mı...
hangisinin doğru olduğunu ispatlayabilir misiniz...

matrixte sorulan soruyu hatırlayalım...
eğer hiç uyanmasaydınız, bir rüyada olduğunuzu nasıl anlardınız...
belki şu an rüyadayız ve herşey bir yanılsama...
aklımızın ve bilincimizin bir oyunu yaşanan ve yaşanacak herşey...
bir gün uyanıp, "a yaşadığım herşey bir rüyaymış" demeyeceğimizi kim garanti edebilir ki...

hiçbir şeyin garantisi yok...
yok konu bu değildi...
uykuyla uyanıklık arasındayım bugünlerde...
ne orda ne de şurda...
kötü birşey mi ki acaba...
ben bilmiyorum...


21 Aralık 2009

sonbahar







sonbahar'ı izledim yeniden bugün... daha da bir yalnız ve anlamsız hissettim kendimi... 
devrim adına mücadele edip cezaevlerinde geçen yılların ardından, iflas etmiş bir ciğerle kalakalmak öylece... 
yine olsaydı yine de yapar mıydım diye sordum kendime - kendimi onun yerine koyarak- cevap vermedim bilerek... 
hayat ona karşı her daim acımasız mıydı acaba... başka türlü bir hayatı olabilir miydi ki... 
onun istediği gibi bir hayat... neden olmasın... ama olan olmuştu artık... zamanı geri çevirmek ne de zor bir işmiş... zor iş değil imkansızmış belki de...


ölümü beklemek...


umudunu yitirmişken her şeyden ve herkesten... yeniden sevmek, belki de aşık olmak...
ve yine hüzün, yine terkediliş... geç kalmışlığın çaresizliği... 
uzun bir yolculuğa çıkmayı delice isteyip, daha yolun başından dönmek...


az diyalogla çok şeyi anlatabilen nadir filmlerden...









13 Aralık 2009

Merci - Christine Rabette


Yıllar evvel (2003 Ekim) "9. Avrupa Filmleri Gezici Festivali"nde izlediğim ve izleyen herkes gibi gülmekten krize girdiğim bir kısa film sunuyorum sizlere... Kısa film bittiğinde salon hala gülüyordu...


Gülmenin değerini ve anlamını benim gibi unutanlara...




"Merci!"
Yükleyen SKAbOi.


http://www.dailymotion.com/video/xbhnuz_merci_shortfilms

8 Aralık 2009

geç kalmayın, zaman akıyor...






geç kalmadan...
sevmeli...
sevginin ve sevdiğinin değerini bilmeli insan...

söyledikçe anlamını ve değerini yitireceğinden korkmayıp,
daha çok seni seviyorum demeli...

elinde fırsat varken, sanki bu onu son kez görüşünmüş gibi,
kocaman ve sıcacık sarılmalı...

kıskanmalı ama,
sınırı aşmadan tadında bırakmalı...

her seferinde hayata dair felsefik laflar olmasa da, konuşmalı insan...
dinlemeli, anlamaya çalışmalı...

her daim geçmişteki hatalardan bahsetmek yerine,
ertelemeden bir şeyleri sonraki zamana,
geleceğe umutla bakarak, anı yaşamalı...

ayrıntılarda boğulup birbirini yormak ve üzmek yerine,
güzellikleri ortaya çıkarmalı insan...

dün izlediğim bir oyundan söz ettim size...
adı geç kalanlar...

gülme krizine girdiğim zamanlar da oldu...
ağladığım zamanlar da...
her ne kadar tanıdık bir hikayesi olsa da,
bunun önemini yeniden hatırlamak için izlenmeli...

29 Kasım 2009

zaman





zamanın umurunda mı ki, bizim zamandan ne anladığımız ve hiç duraksamadan ilerleyişi karşısında çaresizliğimiz...


her şeye olduğu gibi, ona da bir duygu yüklüyoruz galiba...

bu arada gerçekten "zaman nedir?"

olası cevaplar...

* bilmiyorum...
* ben var oldukça var olan, yoksam olmayan bir şeydir...
* saniyelerin birbirini kovalaması ve günün parçalara bölünmesidir...
* kolumdaki saattir...
* bir şeylerin o sürdükçe anlaşılacağını iddia ettikleri kaçış, kurtuluş ve kapanış cümlesinin kahramanıdır...
* takvimleri meydana getiren olgudur...
* geçmişin, bugünün ve geleceğin ayrımına varmamıza sebep olan şeydir...
* harekettir...
* içinde yolculuk yapılmak istenendir...
* başlangıcı ve sonu merak edilendir...
* yavaşlamayan ve hızlanmayan ama bazı hallerde öyle sanılandır...
* bu yazıyı okumaya başladığın anla şu an geldiğin an arasındaki algılamadır...
* yanılsamadır...

zamanla anlaşılacaktır diyor birileri... zamanın da ne olduğunu zamanla anlayabilecek miyiz acaba?
herkesin bir cevabı var zamanın ne olduğuna dair. hiç birine yanlış yada doğru diyecek durumda değilim... 
her birinden bazı ufak doğrular görüyorum sadece...
ama cevaplardan bana en yakını; sanıyorum ki "hareket"...

hareketin olmadığı yerde zamanın da bir anlamı yok gibi geliyor bana... kastettiğim hareket en temel bazda bir şey... atomlar ve adını bilmediğim daha küçük yapı taşları arasındaki çekim yada itim gücünün eseri olan hareket... her an değişim halinde her şey... değişimin olmadığı yerde, yani aslında hareketin olmadığı yerde zamandan söz edilebilir mi?

peki hareketi sağlayan nedir?

neden bir şeyler birbirini iter ve/ya çeker? 

ne kadar süredir bu böyledir?

zamanın başlangıcında hemen yanı başında olmak ister miydiniz? 
olmaz değil mi... keşke olsa ama... başlangıçtan öncesini görmek isteyecektik değil mi bir de... 
ama nasıl olur, daha yeni başladı !

peki gerçekten bir başı var mı bu bahsi geçenin? yani sonsuz mu yoksa, ezelden beri mi var? ve ebediyen devam mı edecek? bizim varlığımızla başlayıp, yokluğumuzla bitecek mi gerçekten? 
soruların her türlüsü mevcut... lakin cevapların hiçbiri yok...

sordukça ve düşündükçe daha da zorlaşıyor her şey... 
en iyisi sormamak, ama durmuyor ki, durdurulamıyor ki!

soruların birkaçına cevap bulursam, sanki hayatın anlamına dair merakla beklenen sırrı çözecekmişim gibi hissediyorum... belki de hiç bir anlamı yok...

olan biten ve olacak olan her şey koca bir yanılsamadır belki de...

kim bilir !?

18 Kasım 2009

bitişin başlangıcı...







yaşadıklarım ve yaşayamadıklarım hayatıma yeniden yön veriyor...

acıyla ve hüzünle... kıvranarak içimde bir yerler...

sıkışıyor kalbim... ne saçma... kalp sıkışır mı hiç !?

bir an önce kaçıp gitmek istedim o büyülü şehirden...

halbuki seviyordum o şehri...  

senin olduğun şehirden uzaklaşmak ve bir daha dönmemek istedim oraya...

neden soruyorsun diyordun...

daha çok acı çekmek ve senden nefret ederek uzaklaşmak içindi bütün sorularım...

anlatılan her ayrıntı beynimde yinelenecekti ve her seferinde kızgınlığım daha çok artacaktı...

kızgın değilim demiştim oysa... ama kızgınım şimdi bir şeylere... neye olduğunu bilmiyorum ama öyle...






gidiyorum şimdi... kaçarak hem de... kovalayanım yok arkamdan... ama kaçmam gerek...

uzaklaşmalıyım her şeyden... ve hatta kendimden... sokaklar hep tanıdık... insanlar gülüyorlar sanki bana...

senin yaşadıkların da bir şey mi diyorlar... biz alalarını gördük diyorlar... bu kent, bu kahrolasıca kent neleri görmedi ki...






üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum birden... yeniden ve yeniden tutunmalıyım kendime...

başka birinin-bir şeyin varlığı yada yokluğu olmamalı hayatımın anlamı...

onu değerli kılan sendin... değersizleştirip içinde öldürecek olan da sensin...

kirlenmedim aslında, ama yine de arınmalıyım bir şeylerden...

arınmalı... büyümeli... tazelenmeli...

yaşanacak bir tane hayatım var...

gözlerimi yeniden açmalı ve gülmeliyim yeniden evrenle birlikte...

9 Kasım 2009

yazı








yırtıp attım hepsini, nasıl bir hırsla yaptıysam bilmiyorum, o kadar çok istemiştim ki onları okumanı, uzun zamandır yaz(a)mıyordum çünkü, her gün yeniden yazmaya başlamıştım, hatta günde 3 kez yazdığım bile oldu, ama hiçbirinin anlamı yoktu anlaşılan, haberin bile olmamalıydı belki de, heyecanlanacağını sanmıştım oysa, sevineceğini, mutlu olacağını, yanılmışım...



bitti diyordu mesajın, keşke ve yine de keşke yırtmasaydım onları, dursaydı bir kenarda sessizce, sen okumadığın sürece bir anlamı olmayacaktı ve sen onları okumayacaktın, ama yine de dursaydı... üzüldüm sonra onları yok ettim diye, kızdım kendime, başkasına ait bir şeydi o ve ben onları yok etmiştim hakkım olmayarak, ama yapacak bir şey yoktu artık...



yeniden yazmak istiyorum, yaşadıklarıma dair, her şeye dair, illaki sana dair olmayacak bu sefer, her şeye dair olacak, ve belki de hiçbir şeye...

20 Ekim 2009

Karanlığın Gözleri




Karanlığın Gözleri



şimdi yoksun
seni düşünebilirim artık
tutar ellerini öperim uzun uzun
kimseler ayıplayamaz beni
yokluğunda seni nasıl sevdiğimi anlayamazlar
işte gözlerin işte dudakların
senin olan ne varsa karşımda duruyor
ayaklarını dilediğim yere götürebiliyorum artık
sevdiğim şarkıları söyletiyorum dudaklarına
ve hoyrat ellerimle seni
her gün biraz daha güzelleştiriyorum
bütün resimler sana benziyor


hayret
bütün aynalarda sen varsın
nereye gitsem peşimden geliyorsun
şimdi sigarasın dudaklarımda
biraz sonra beyaz bir kağıt
ve akşam içtiğim bir kadeh içki olacaksın
kimse yokluğunda bunca sevilmedi
kimse yokluğunda ilahlaşmadı bu kadar
saçların böyle daha güzel
sen daha güzelsin
gelecek mutlu günlerin ışığında
her şey daha güzel
ne var ki ayrılığın adı kötüye çıkmış
yoksa bin yıl daha yaşamak isterdim
ve seni bin yıl daha
ayrılıklar içinde sevmek isterdim


ama biliyorsun nihayet ben de bir insanım
umutsuzluğa düştüğüm anlar oluyor
hiç gelmeyeceksin sanıyorum
o zaman kurşun gibi bir korku saplanıyor kalbime
katran gibi bir yalnızlık sarıyor içimi
yalnızlığımdan utanıyorum
beni sevmesen ölürdüm
beni sevmesen bir çakıl taşıydım şimdi
beni sevmesen bir duvar gibi sağırdım
kördüm bir at kadar
ölümden acıydım ölümden beterdim
beni sevmesen
dünyayı bütün insanlara zindan ederdim


beni bu kadar saracak ne vardı
kanıma girecek
göz bebeklerime oturacak
bir sen fani gibi dudaklarımdan eksilmeyecek
ne vardı
hiç karşıma çıkmasaydın
bu kör olası gözler görmeseydi seni
ne vardı güzelliğini bilmeseydim
bir dua gibi bellemeseydim adını
ne vardı bütün gece
gözlerimi tavana dikerek
seni düşünmeseydim


belki karşımda değilsin yanılıyorum
bu gözler senin gözlerin değil
aldatıyorlar beni
karanlığın gözleri olmalı bunlar
bana böylesine keder veren
gülmeyi,yaşamayı haram eden
bir karanlığın gözleri olmalı
öyleyse sen hiçbir yerde yoksun
sana hiçbir zaman yaklaşamayacağım
yalan bu geçici sevinç,bu nur,bu ışık
bu karanlığın ortasında yanan alev gözler
bu kadeh içki gibi aydınlık


ne dedimse inanma
seni değil kendimi anlatıyorum
sen istediğin kadar
varlığın ta kendisi ol
ölümsüzlüğün ta kendisi
ben günden güne yok olmaktaydım
bütün ışıkları kaldırıp attım bir yana
anlıyor musun
gökyüzü güneş olsa
sensiz karanlıktayım


İsmail Sencer BÖYÜK

17 Ekim 2009

Murathan Mungan - Gelme






GELME



baktığın yerde karanlık bir tomurcuk bırakıyorum
çarşılar avuçlarında aykırı
sokakların lisanı adımlarında
gelme, geldiğinde her şey yitiriyor kendini
vurgun: ölümlerin en kostağı
vurgun ölümlerden kaçgun yanımız
konaklarda boğulmuş eski bir ana
şöyle buyurur:

sen seç kendine bir hayat
ve öylesine yaşa, nasılsa
kaldığın yerden vurgun sürdürür
ve hep bak kendine
bir örnek aynalara asi bir suret bırak
baktıkça gözlerin
kendini öldürür...


Murathan MUNGAN

6 Ekim 2009

huzursuz...







çok huzursuz hissediyorum kendimi bugünlerde...
içimden bir şeyler fırlayıp çıkacakmış gibi...
sanki ölü bir doğum yapacakmışım gibi...

14 Ağustos 2009

güven







galiba ben güvenilir biri değilim...

aslında hiç öyle olduğumu düşünmemiştim daha öncesinde...

insanların kararsız olmasına sebep oluyorum tahminimce

ve gördüğüm kadarıyla...

yoksa neden öyle olsun ki... !?

ne mi oluyor ?!

bir bilsem...

4 Ağustos 2009

Gece Nöbeti






Gece Nöbeti



Daha az seviyorum seni
Giderek daha az
Unutur gibi seviyorum
Azala azala
Aramızdaki uzaklığın karanlığında

Geceler kısalıp, gündüzler uzuyor öyle olunca
Daha az seviyorum seni
Kendini iyileştiren bir yara gibi
Daha az
Ve zamanla

Sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
Uzak dağ kışlalarında
Görmüyoruz birbirimizi
Usul usul sis iniyor
Kopmuş yollara
Işığı hafif uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin
Bir çığ gibi büyüyorsun rüyalarımda
Sevgilim sevgilim
Yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
Nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da

Artık daha az seviyorum seni
Unutur gibi, ölür gibi daha az
Yeniden ödetiyorum kendime
Onca aşkın öğretemediğini
Kolay değildi
Yalnızca sevgilimi değil, evladımı da kaybettim ben
Kaç acı birden imtihan etti beni
Bir tek gece vardır insanın hayatında
Ömür boyu sürer nöbeti
Bu da öyleydi
İyi ol
Sağ ol
Uzak ol
Ama bir daha görme beni !


Murathan MUNGAN

26 Nisan 2009

dondurulmuş anlar...

sağda solda gördüğüm, görmekle kalmayıp içine düştüğüm ve derin hayallere daldığım bir kaç fotoğraf paylaşmak istiyorum... sahiplerinden izin alınmadan yapılan birşey bu... umarım affolunur...





renk cümbüşü








korku







tarifsiz







herşeye rağmen umut







tanrı katı






kirli ve hüzünlü






sade ve tek başına




23 Nisan 2009

karışık...




kirlendiğimi hissediyorum...

duygularımın, düşüncelerimin, davranışlarımın, kısaca beni ben yapan herşeyin her saniye daha da yozlaştığını hissediyorum... aynı derede iki kez yıkanamazsın demiş birileri... öyle hissediyorum kendimi de... herşey değişiyor ve nedense hep olumsuz yönde... iyiye ve güzele doğru gitmiyor nedense...





kimseye güvenemiyorum...

ilk olan her zaman daha saftır... sonrakiler ise hep biraz daha uzak... hep biraz daha yabancı... hep biraz daha mesafeli...



korkuyorum...

üzülmekten ve yıpranmaktan... terkedilmekten ve sevilmemekten... ve en kötüsü sevildiği halde bunu görememekten... yapayalnız yürümekten...




acı çekiyorum...

her gün katmer katmer... karnımın içinde kıvranıyor birşeyler... içimi tüketiyor sanki... ve beynimin içinde birileri tiyatrolar oynatıyor... hem de trajik mi trajik...




özlüyorum...

gözlerini, kokunu, saçlarını, ellerini, bakışını, gülüşünü ve herşeyinle seni...





üzülüyorum...

biliyorum ki sen yapayalnızsın... çevrendekiler seni anladıklarını sanıyorlar ama hiç sanmıyorum... elimden birşey gelmiyor... üzülüyorum...

27 Şubat 2009

siz, ey günahkarlar...






Ben, günahı severim. Bu sevgi, bir günahkar olmamdan, günahın baş döndürücü girdaplarında kayboluşun olağanüstü hazlarına düşkünlüğümden değildir sadece.

Hayat dediğimiz o ışık ve acı dolu tuhaflığı hem besleyip hem zehirleyen özsuyun günahın bizzat kendisi olmasındandır.

Bütün trajedimizi, yaratıcılığımızı, çelişkilerimizi, ruhumuzdaki kıvranmaları, kendi isteklerimizden duyduğumuz şaşırtıcı korkuyu, kimliğimizin bize haz ve acı veren gölgeli yanlarını günaha borçluyuz.

Günahın hayatın içindeki yerini anlayabilmemiz için sanırım ona verilen cezanın şiddetine bakmalıyız.

O ceza, katranlı korkunç alevler içinde sonsuza dek kavrulmaktır.

Böylesine ürkütücü bir cezayla önlenmek istemesine ve o cezaya rağmen bizim günahtan vazgeçememize baktığımızda ‘günah' sözcüğünün arkasında hayatın ve insanın sırlarının saklı olduğunu sanırım anlayabiliriz.

İnsanoğluna sunulabilecek en büyük ödül olan cennette doğmalarına rağmen Havva'yla Adem'in uğruna o cennetten kovulmayı bile göze almaları bize günahın çıldırtıcı çekiciliği hakkında bir fikir verir zaten.

Ne cennetin hurilerle, gılmanlarla, kevser şaraplarıyla dolu tanrısal bereketine ne de insan aklının alabileceği en korkunç ceza olan cehennemin katranlı alevlerine aldıran bir istekten söz ediyoruz günah dediğimizde.

Öyle bir istek ki günah dediğimiz, o isteği duyduğumuzda ne cenneti ne cehennemi görüyor gözümüz.

Nedir peki, cehennemin korkunç ıstıraplarını bile bir anda önemsiz gösterebilen bu günah denilen korkunç istek?

Niye böyle isteklerle doğuyoruz?

Neden ‘nefsimiz' günah istekleriyle dolu?

Bizi böyle isteklerle yaratan Tanrı sonra neden onları yasaklıyor?

Tanrı niye binlerce yıldan beri bize kendi yarattığı bu isteklere uymamamızı söyleyen peygamberler gönderiyor?

Tanrı'nın yarattığı o günah isteğiyle dolu ‘nefs'ten daha güçlü bir ‘yasaklama iradesini' peygamberlerin yaratması ne kadar mümkün?

Biz nefsimizdeki günah istekleriyle o isteklerin gerçekleşmesi halinde başımıza gelecekler arasında büyük bir savaş yaşarken, Tanrı da kendi yarattığı isteklerle gene kendi yarattığı yasakların mücadelesinde neden kendisinin ‘ilk eserinden' değil de daha sonraki yasaklarından yana çıkıyor?

Eğer Tanrı bizi günahı bilmeyen bir ruhla yaratsaydı da daha sonra da günahı öven şeytanı gönderseydi sonuç ne olurdu?

Yarattığı insanlar Tanrı'nın ‘eylemi', kutsal kitaplar da Tanrı'nın ‘sözü' ise, söz eylemden daha güçlü olabilir mi?

İnsanın sözüne değil de eylemine önem veren Tanrı neden kendisinin eylemine değil de sözüne önem vermemizi istiyor?

Aslında Tanrı bizi değil de kendini mi sınıyor?

Bütün bu sorular bile ruhumuzun nasıl büyük bir iç çatışmayla çalkalandığını, bütün varlığımızın nasıl güçlü bir depremle daha doğuştan ikiye bölündüğünü gösteriyor.

Çelişkilerle dolu yaratılıyoruz.

Her isteğimiz, her arzumuz mutlaka kendi düşmanını buluyor ruhumuzda.

İsteklerimizi yok etmek mümkün değil.

O istekler içimize Tanrı ya da doğa, ne derseniz deyin, ama mutlaka bizden daha büyük bir kudret tarafından konuldu.

O isteklere karşı nasıl dayanacağız?

Keşişler, ermişler manastırlara, çöllere kaçarak kendi isteklerinden saklanıyorlar.

Kaçmak, yenmek anlamına gelir mi?

Ya da istek uyandıran ne varsa onun üstünü örtüyoruz, onları görünmez kılıyoruz, onları kendi gözümüzden saklamaya çalışıyoruz.

Saklamak, yenmek anlamına gelir mi peki?

Ne yaparsak yapalım, hepimiz o isteğin içimizde durduğunu biliyoruz.

Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar.

Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.

Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.

Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.

Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.

Sizi bu kadar değerli kılan da bu çelişkileriniz, çelişkilerinize soyunuzun duyduğu merak.

Felsefeyi, edebiyatı yaratan da içinizdeki bu huzursuzluk, bu belirsizlik, bu çelişki, bu cevapsız sorular zaten.

Kendinizi anlamaya çalışıyorsunuz.

Bu tanrısal ikiliğin, bu görkemli çatışmanın, isteklerinizle yasaklarınız arasındaki bu muhteşem çelişkinin, arzularınızla suçluluk duygunuz arasındaki o depremsel mücadelenin, hazzın çıldırtıcılığı ile huzursuzluğun yıpratıcılığı arasında sürekli seçim yapma zorunluluğun ruhunuzda yarattığı gitgelleri; o gitgellerin gizli ve açık yaralarını, o yaraları nasıl sağaltacabileceğinizi, tek günahkarın kendiniz olup olmadığını kavramak istiyorsunuz.

Omuzlarınızda, günahlarınızı ve sevaplarınızı kaydeden melekler var mı bilmiyorum ama zihninizin derinliklerinde her duygunuzu, her davranışınızı yargılayan, onları kayıtlara geçiren bir mahkeme kurulduğunu biliyorum.

Olabilecek en korkunç mahkeme bu.

Yargılayan da sizsiniz, yargılanan da...

Ve, söyleyeceğiniz yalanların hepsini biliyorsunuz.

Gene de kendinizi, içinizdeki yargıcı kandırmak için uğraşan da sizsiniz.

Aklınızın bir yanı duygularını savunmak için yalanlar uyduruyor, mantıklı nedenler buluyor.

Aklınızın yargıç yanı sizi sessizce dinleyip pusuya yatıyor.

Sonra birden ani huzursuzluklarla, korkularla, utanma duygularıyla uyanıyorsunuz.

Yaşadığınız tanrısal bir kargaşa.

İnsanoğlu kendi içindeki kargaşayı anlayabilmek için edebiyatı buldu, romanlar bunun için yazılıyor.

Günahkarları günahkarlara anlatmak için.

Günah olmasa edebiyat olmazdı.

Bütün varlığını günaha borçlu çünkü.

Herkesten günahtan kaçıp çöllere saklansa da edebiyat günahtan saklanamaz.

Herkes, günah uyandıran nesneleri kapatmaya, örtmeye çalışsa da edebiyat onların üstünü açmak zorundadır.

Bütün dinler, Tanrı'nın yarattıklarının nasıl yasaklanacağını anlatır.

Edebiyat ise Tanrı'nın neyi yarattığını anlatır bize.

Tanrı'nın yarattığı insanın nasıl bir şey olduğunu biz edebiyattan öğreniriz.

İnsan ruhunu anlatan romanlar, bir insanın ruhuna ne kadar girerlerse, ne kadar derine inerlerse Tanrı'nın yarattığına da o kadar yaklaşırlar.

Tanrı insanlara neleri yapmaması gerektiğini peygamberleriyle anlatırsa, neyi yarattığını da romancılarıyla anlatır.

Siz nasıl bir ruhla yaratıldığınızı, o ruhta hangi günahkar arzuların bulunduğunu, bazen o arzularla nasıl mücadele ettiğinizi, bazen de onlara nasıl esir düştüğünüzü ve sizin tek başınıza yaşadıklarınızın aslında bütün insanlığın ortak macerası olduğunu romanlardan öğrenirsiniz.

Günahtan korkan günahkar ruhunuzun tek tesellisi aslında belki de romanlarda saklıdır.

Öyle yaratıldığınızı ve günahkarlığın ortak bölüştürüldüğünü romanlardan öğrenirsiniz.

‘Yalnız değilsiniz' der size romanlar.

‘Diğerleri de sizin gibi, onlar da aynı günahkar arzulara sahipler.'

‘Tanrı hepinizi böyle yarattı.'

Sanırım edebiyat kutsallığını günah karşısındaki bu cesaretine borçlu.

Ben günahı severim.

Sadece günahın hazlarına dalmış bir günahkar olduğumdan değil...

Hayatın, edebiyatın ve hatta yaratanın çelişkilerle dolu büyük kudretini onda gördüğüm için.



Ahmet Altan'ın 04.12.2005 tarihli
Hürriyet Pazar yazısından alıntı.

26 Şubat 2009

olağandışı bir aşk öyküsü...





moses mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. çok kısa olmasının yanısıra, çok garip bir de kamburu vardı.


moses mendelssohn, günün birinde hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. işadamının, frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. o nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu.

ayrılma zamanı geldiğinde moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. kızın güzelliği öylesine olağanüstü idi ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, moses'i çok üzdü.

güçlükle başarabildiği konuşma sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu:

"evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi.

"elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp, moses'in yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu:

"peki ya siz?" dedi. "siz inanır mısınız buna?"

moses bir an bile duraksamadı:

"evet, ben de inanırım" dedi ve ekledi: "biliyor musunuz? her erkek çocuğu doğduğunda tanrı, onun evleneceği kızı belirlermiş. benim doğumumda da, evleneceğim kızı belirlemiş ve bana "senin karın kambur olacak" demiş. o zaman ben bir istekte bulunmuşum tanrı'dan. "tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. lütfen onun kamburunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap" demişim."

moses'in bu sözlerinden sonra frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatıp, moses'in elini tuttu.

ve daha sonra da onun sevgili eşi oldu.

bu anlatılan bir peri masalı değil, ünlü alman besteci mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.

B.J. Vissell'den.

20 Şubat 2009

hiç

...
bir yerden sonra insan artık bitip tükendiğini hissediyor galiba
artık canın hiç birşey istememeye başlıyor
hayat boş ve anlamsız
umudun tükendiğini hissediyorsun
...

...
tuhaf ve anlatılamaz bir yalnızlık oluyor yaşamında
kalabalıklar içinde daha da yalnızlaştığını farkediyorsun
herkesten ve herşeyden kaçmaya başlıyorsun
aslında bir o kadar da birilerini istiyorsun
ama olmuyor bir türlü
gerçek anlamda bir beraberliğin
mümkün olmadığını farkediyorsun her seferinde
...







...
uzaklaştıkça uzaklaşıyorsun herşeyden
kapandıkça kapanıyorsun içine
gülemiyorsun hiç birşeye tam anlamıyla
gülümsüyorsun en fazla yada boş bir kahkaha
kimseye belli etmemeye çalışıyorsun mutsuzluğunu
...


...
ama hepsi nafile
tükenmişlik sarmış çoktan
dört bir yanını
...

13 Şubat 2009

erkan oğur - bir sevda şarkısı


Bir sevda şarkısı
Yükleyen msadik



bir sevdayım candan içre
akar gider katre katre
gece gündüz dolup boşluktan

biraz susuz, biraz yorgun
tende sıkkın, düşten sıkkın
kuş misali boşlukta, bilinmez

ne lokmandadır, ne de sende
ne sazlardadır, ne de sözde
ne göklerdedir, ne de çöllerde of
ne neylerdedir, ne meyhanede of of

o sonsuzdan bu sonsuza
misafirim ben misafir
kiminleyim, kimim bilinmez

hayat bildik biz bu tadı
dünyaya geldik geleli
pervaneyiz biz, bilinmez



(Mektup filminden alıntı)
Söz: Fikret Kızılok
Müzik: Erkan Oğur

7 Şubat 2009

boş işler...





--- son zamanlarda yapmaya çalıştığım ve/ya yaptığım birkaç şey ---




* sevdiğimi çok acayip bi şekilde kıskanma krizine girdim,
lakin henüz çıkamadım...

* hayatın monoton temposundan kurtulup kendime vakit ayırmaya çalışıyorum...
* arkadaşlarımla bilardo oynadım ve yenildim en iddaasız olanına...
* kitaplarımla ve kütüphanemle biraz vakit geçirdim...
* "Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı" isimli kitabı okuyorum fırsat buldukça..
* windows 7 yi denemek için beta sürümünü indirdim ve denedim, pek sarmadı beni...
* bu arada ben çok fena kıskandım yahu... öyle böyle değil...


18 Ocak 2009

...




kaç zamandır ihmal ettiğimin farkındayım bazı şeyleri....
bunlardan biri de bu naçizane blog...
biliyorum birkaç kişi dışında okuyanı yok...
ama olsun...
yine de seviyorum burda birşeyler paylaşmayı...




son zamanlarda çok güzel şeyler oldu hayatımda...
ayrıntıları önemli değil...
ama beni inanılmaz derecede mutlu eden şeyler...
umuyorum ki devamı da gelecek...



yeniden yazmaya başladım...
kalem ve defter ikilisiyle de
uzun zamandır ayrı kalmıştım...
eskiden (bu kelime komik gelir bana) çok yazardım...
yoğun ve hareketli bir zaman dilimindeyim şu sıralar...
bu nedenle, kaç zamadır evdeki en tutkulu işim:
yatmak...


...