23 Aralık 2008

tek kişilik şehir...



“Aileler artık tek kişilik mi?

Teknoloji yazın üşümemizi, kışın terlememizi mi sağlıyor?

Artık hayat bir takım kurslara gitmekten ibaret mi?

Ekonominin kötüye doğru gittiğini havanın ve suların temizlenmesinden anlayabilir miyiz?

İnsanlar sırf kendi çıkarları için mi intihar ediyor?

Şehirler şehir dışına mı taşınıyor?

Küsmek, kalp ve damar hastalıklarına iyi gelir mi?

Kendimizi en yalnız hissetmediğimiz anlar, yalnız kaldığımız anlar mı?

Kendinize gülebilirsiniz ama kendinizi gıdıklayabilir misiniz?

Kandırılması en kolay canlılar erik ağaçları mı?”


sorularıyla tanıtılan bir oyun izledim devlet tiyatrolarında uzun bir aradan sonra... oyunun adı "tek kişilik şehir"... yer yer bazı diyalogları çok gereksiz bulsam da, genel olarak beni yeterince mutlu eden bir oyundu...



zaman ve mekanın ne olduğu çok belirgin olmasa da, gelecekte bir zamandan bahsettiği az-çok çıkartılabiliyordu... herkesin birbirine yabancılaştığı, internet ve diğer teknolojik ürünlerin hayatımızı tamamen sarıp sarmaladığı, hiçkimsenin ikili duygusal ilişkilerde bulunmadığı ve bulunmayı istemediği (!), sokakları bitkiler ve hayvanların işgal ettiği, herşeyin sadece satılmak için alındığı bir şehir burası... izleyin, görün derim...









Yazan : Behiç Ak

Yöneten : Serhat Nalbantoğlu

Dekor Tasarım: Işın Mumcu

Giysi Tasarım: Işın Mumcu

Işık Tasarımı: Şükrü Kırımoğlu

Asistanlar: Zeki Gürdal Karoğlu, Nilgün Çorağan

Sahne Amiri: Belma Aslangiray

Kondüvit: M. Levent Ünal

Işık Kumanda: Mehmet Nuri Kılavuz

Dekor Sorumlusu: Mehmet Uygur

Aksesuar Sorumlusu: Hüseyin Kutum



Rol Dağılımı:

Cüneyt Mete, Devrim Yakut, Benian Dönmez

Merve Gül, Ercan Uğur, Melih Duran



aldığı ödüller :

-2007 - 2008 Sanat Kurumu En İyi Yönetmen Ödülü

(Serhat Nalbantoğlu)

-2007 - 2008 Sanat Kurumu En İyi Erkek Oyuncu Ödülü

(Cüneyt Mete)

-2007 - 2008 Sanat Kurumu En İyi Kadın Oyuncu Ödülü

(Devrim Yakut)

-2007 - 2008 Sanat Kurumu En İyi Çevre Tasarımı Ödülü

(Işın Mumcu)

-2007 – 2008 Lions Tiyatro Ödülleri, En İyi Kadın Oyuncu

(Devrim Yakut)

11 Aralık 2008

Mar Adentro - İçimdeki Deniz



henüz izlemeyenler veya izleyipte kaybedenler için...


Linkler :

http://rapidshare.com/files/170918301/Mar_Adentro.part1.rar
http://rapidshare.com/files/170935977/Mar_Adentro.part2.rar
http://rapidshare.com/files/171052082/Mar_Adentro.part3.rar
http://rapidshare.com/files/171072634/Mar_Adentro.part4.rar
http://rapidshare.com/files/171090422/Mar_Adentro.part5.rar
http://rapidshare.com/files/171127567/Mar_Adentro.part6.rar
http://rapidshare.com/files/171219378/Mar_Adentro.part7.rar
http://rapidshare.com/files/171365227/Mar_Adentro.part8.rar

25 Kasım 2008

küçük bir hikaye 3



bütün sesler yok olmuştu... hiçbir şey duymuyordu... korkudan gözlerini açamıyordu... ama merakta ediyordu neler olduğunu... artık daha fazla dayanamayacaktı... yavaşça gözlerini açtı... gözlerini açtığına emindi... ama hala birşey göremiyordu... etrafı zifiri karanlıktı... ışığa dair hiçbir şey yoktu etrafında... bir yere doğru sürüklendiğini hissetti sadece... sanki uçuyor gibiydi... ne kadar olduğunu bilmediği uzunca bir süre bu durum devam etti... bir ara o kızı gördü, uzaklarda bir yerlerde... mantıcının içindeydi galiba... ve her zaman oturduğu masada oturuyordu o da... biriyle konuşuyordu yemek yerken... kimdi acaba karşısındaki... erkeğe benziyordu uzaktan... daha da yakınlaştı - nasıl yaptığını bilmeden... gördüklerine inanamıyordu... karşısındaki kişi kendisiydi...

oturmuşlardı ve yemek yiyorlardı başbaşa... kıskandı, nedense... ama sonra saçma olduğunu düşündü... kimi kimden kıskanıyordu... sevindiğini farketti... ama o da yersizdi... daha da yakınlaştı... yanıbaşlarındaydı... onları duyabiliyordu artık... tatlı tatlı sohbet ettiklerini gördü... ikisi de çok mutluydu gördüğü ve duyduğu kadarıyla... bir süre onları dinledi... "beni görmüyorlar galiba" diye düşündü bir ara... sonra bunların nasıl gerçekleşebilir olduğunu düşünmeye başladı... aklı almıyordu olanları... bu bir rüya olabilir miydi acaba? yada başka birşey... daha önceden de rüya görmüştü ama hiçbiri böyle değildi... bu bir rüya dahi olsa, uyanmak istemedi... ama, o anda herşey yok oldu... yeniden karanlığın içinde buldu kendini... sanki biri onun isteklerinin tam tersini yapıyordu...

yine karanlığa gömüldü... anlayamıyordu... düşünme yeteneğini kaybetmişti artık... içinde küçük bir korku ve ürperti vardı, ama daha çok hissettiği şey meraktı... en son neler olduğunu düşünmeye başladı... ama nafile, hatırlayamıyordu...

zaman böyle geçip gidiyordu... zaman hakkında düşünmeye başladı sonra... eğer hiç birşey değişmezse zamanın varlığından bahsetmek saçma diye düşündü... hareketin olmadığı yerde zaman da olamazdı... ama düşünüyordu her an ve bunun farkına vardı... "az önce başka şeyler düşünürken şimdi başka şeyler düşünüyorum" dedi kendi kendine... "eğer ben olmasaydım, zaman diye birşey de olmayacaktı?!" dedi... biraz saçma geldi en başta ama sonra başka bir sonuç çıkaramadığını farketti... her geçen saniye daha da çok sıkılıyordu... kendiyle konuşmaktan artık iyice bunalmıştı... yeni birşey yoktu... 35 yıllık bildiği, tanıdığı kendiydi... başkalarına ne kadar çok ihtiyacını olduğunu farketti bi anda... onlarla bire bir iletişim kurmasa da, onlara ne kadar muhtaç olduğunu gördü... hem sevindi hem de üzüldü...

heryer ve herşey karanlığın içinde kalmıştı... ışığın önemini farketti birden ve yeniden... "eğer ışık olmazsa, hayatın da bir anlamı yok!" dedi... sanki hayat ile ilgili gerçekleri ilk defa tam anlamıyla öğreniyordu... "birşeyin değeri yokluğunda daha iyi anlaşılır..." demişti annesi... haklıydı... annesini düşündü uzunca bir süre... onu ne kadar özlediğini farketti yeniden... babasını da özlemişti ama annesi ile karşılaştırılamazdı hiçbir zaman... daha küçücükken akrabaları onlara geldikleri her seferinde sorarlardı ona; "en çok kimi seviyorsun? babanı mı anneni mi?" diye... onun cevabı ilk günden beri değişmemişti: ikisini de ama daha çok annemi..

düşünceler deryasında yüzüyordu sanki... düşüncelerinin ucu bucağı yoktu... biri bitmeden diğerine atlıyordu... artık yorulmuştu... uyumak istediğini farketti... ama hiç uykusu yoktu... bekledi... bekledi... ve bekledi...

derinlerden bir ses geliyordu sanki... ama anlaşılmıyordu... biraz daha bekledi...

18 Kasım 2008

Ezginin Günlüğü - Sabah Türküsü - 1986




müzik kutusunda daha önceden yer verdiğim bir parça vardı ; "sen giderken"
bu parçanın olduğu albümü yüklemek istedim ; "sabah türküsü"
dinledikçe bağımlılık yaratan cinsten bir albüm daha
kendine hyra
ismini veren kişiye...



Parça Listesi :

1. Ayrılış (Şiir: Orhan Veli - Müzik: Nadir Göktürk)
2. Mahpushane Düşünceleri (Şiir: A. Kadir - Müzik: Nadir Göktürk)
3. Aykız (Söz: C. Cangirov - Müzik: Z. Cabbarzade)
4. Yalnız Kuşun Şarkısı (Şiir: Celil Oker - Müzik: Emin İgüs)
5. Sabah Türküsü (Şiir: A. Kadir - Müzik: Nadir Göktürk)
6. Ağıt (Şiir: Oktay Rifat - Müzik: Cüneşt Duru)
7. Sen Giderken (Şiir: Ataol Behramoğlu - Müzik: Nadir Göktürk, Cüneyt Duru, Tanju Duru)
8. Odam Kireç Tutmuyor (Geleneksel)
9. Al Beni Sevecenliğine (Şiir: Şükran Kurdakul - Müzik: Nadir Göktürk)
10. Yaprak (Şiir: Oktay Rifat - Müzik: Nadir Göktürk)



13 Kasım 2008

akıl gözü...


Akıl Gözü

seni bulmaktan önce aramak isterim.
seni sevmekten önce anlamak isterim.
seni bir yaşam boyu bitirmek değil de,
sana hep hep yeniden başlamak isterim.

Özdemir Asaf

küçük bir hikaye 2



yine her zaman ki gibi hemen işinin başına geçti... bütün işlerini hızlı bir şekilde yapmaya başladı... kendisiyle alakalı olmayan işleri de yaptı... iş yaparken zaman çok hızlı geçiyordu, bu yüzden düşünmeye fırsat bulamıyordu... öğlen arası olduğunda biraz olsun rahatlamıştı... öğlen yemeği için çıktı dışarı... kimseyle takılmazdı... çok fazla sevmezdi insanların grup şeklinde hareket etmesini... beyni ve ayakları otomatiğe bağlamıştı artık... ayakları onu yine her zaman ki gibi, her gün gittiği mantıcıya doğru götürüyordu... etrafı izlemeyi çok seviyordu... yol boyunca dükkanları ve vitrinlerini inceledi yine... beğendiği ayakkabının fiyatı hala değişmemişti... bu gidişle biraz daha beklemeye devam edecekti... belki kışın indirim yaparlar diye düşündü...

güneşli ama hafif rüzgarlı bir yaz günüydü... düşünceler deryasında yüzerken, el ele tutuşan sevgilileri gördü... aklı yeniden o kıza gitti... neden diğerlerine kaldığı gibi kayıtsız kalamıyordu bu kıza da... evet daha önceden de uzaktan sevmişti birilerini, ama bu öyle değildi... küçücük bir merhaba veya basit bir günaydın sözünü işitse ondan, dünyalar onun olacaktı sanki... ardından hemen evlenme teklif edecek kadar iyi tanıdığını sanıyordu onu... halbuki adından ve hangi kısımda çalıştığından başka doğru düzgün bildiği pek birşey yoktu... nerede oturduğunu bile bilmiyordu henüz... neden kendini o kıza karşı bu kadar yakın hissettiğini bir türlü anlayamıyordu...

mantıcıya nerdeyse varmıştı... trafik lambalarının orada durdu ve yeşil ışığın yanmasını bekledi sabırsızlıkla... yeşil ışık yandı ve karşıya doğru yürümeye başladı... başladığı anda da karşı kaldırımda onu gördü... o da mantıcıya girecekti galiba... nedense çok sevinmişti buna... içini tuhaf bir mutluluk kapladı... yüzünde kocaman bir gülümseme oluşmuştu hatta... o anda karşısındaki insanların kendisine elleriyle işaretler yaptığını farketti... garipti... onları duyamıyordu... bağırdıklarını görüyor ve anlayabiliyordu fakat sesleri çıkmıyordu sanki... sola doğru dönmesi ile büyük bir tırla burun buruna gelmesi aynı anda oldu...

korkuyla gözlerini sıkıca kapattı...

11 Kasım 2008

küçük bir hikaye 1




uyandı ve gözlerini açtı yatağında... her zamanki gibi yine uykudan zor uyandı, bıraksa şu kahrolasıca çalar saat, daha saatlerce uyuyabilirdi... ama malesef kalkmak zorundaydı... nasıl bu hale geldiğini çok merak ediyordu... sanki bu kararı başkası vermiş gibi hissediyordu fakat kendisi vermişti... bu hayatı kendisi seçmişti...

vazgeçti bunları düşünmekten... kalkmalıydı ve üzerini giyinmeliydi... servisi kaçırırsa, işine geç kalabilirdi... mecburiyetler doğrultusunda ilerlemeye devam etti... yüzünü yıkadı bilmem kaçıncı kez... neden hergün yüzümü yıkıyorum diye düşündü yeniden... cevap bulamadı ve elbiselerini karıştırdı... yine aynı gömleği, aynı kravatı, aynı pantolonu ve ceketi giydi... diğerlerine şöyle bir bakıp geçti... sıkılmıştı aslında aynı elbiseleri giymekten ama kendini alamıyordu... diğerlerini giymek istemiyordu... halbuki dün kendine yeni bir pantolon ve gömlek almıştı... ama onları da giymeyecekti anlaşılan... onlar da diğerleri gibi dolaptaki ücra köşelerde yerlerini alacaktı...

yine kahvaltı yapmadan çıktı evden... son zamanlarda iyiden iyiye bırakmıştı kahvaltı yapmayı... belki iş yerine varınca çayla berbaber bir pohaça yerdi... iş yoğunluğundan başına kaldırabilirse tabi... son 2 yıldır ne çok çalışıyordu... gecesini gündüzüne katmıştı nerdeyse... 2 yıl önceki pozisyonuyla bugünkü pozisyonu arasında hiçbir değişiklik olmamıştı oysa... çalışmayı seviyordu ve çalıştıkça daha çok çalışıyordu, kimse ona "bu senin işin değil, artık dur" demiyordu... çevresindekilere bakıyordu ve onların ne kadar rahat olduklarını hayretle izliyordu... herkes gazetesini okuyor, kahvaltısını ediyor, belki bir iki saat işlere şöyle bir bakındıktan sonra öğleyemeği için ara veriyordu... tuhaf ve yanlış olan birşeyler vardı ama neyin yanlış olduğunu anlayamıyordu... bunu sorgulayacak ne zamanı ne de gücü vardı... tek derdi işleri yetiştirmekti...

bunları düşünürken servis geldi... araç önünde durmadan önce gözleri yine o kızı arıyordu içerde... bir an göremedi onu... basamaktan adımını atarken en arkada olduğunu gördü... çok kısa bir an içinde küçük bir sevinç hissetti... öndeki koltukların birçoğu boş olmasına rağmen, o yine de en arkaya, kızın yanına oturdu... selam vermek için baktı ona doğru... kız ise hiç oralı değildi... bunu hergün yaşıyordu ama yine de ilk kez oluyormuş gibi üzüldü... ondan hoşlanıyordu galiba... ama bunu ona söylemek bir kenara dursun, basit bir günaydın demek için bile çok büyük bir cesarete ihtiyacı vardı...

onun diğerlerinden biraz da olsun farklı olduğunu düşünüyordu... neden böyle düşündüğünü bilmiyordu, ama içinden geçenler bunlardı... hisleri böyle söylüyordu ona... daha önce kimseden bu kadar hoşlandığını hatırlamıyordu... kimseye aşık olmamıştı - çocukluk aşkını saymazsak eğer... kadınlar ile arasına hep bir mesafe koymuştu... diğer erkeklerden daha farklı bakıyordu onlara... çok rahatlıkla herşeyi konuşabiliyordu çoğuyla... ama onu genellikle anlamıyorlardı galiba... sadece anlıyor gibi bakıyorlardı... karşı cinsle arkadaş düzeyinden ileri gitmemişti hiç... bunu kendisi bilinçli bir şekilde istemiyordu... bazı yakınlaşmalar olmuştu farklı zamanlarda, fakat kendisine bir yük getireceğini düşünerek istememişti bunu... araya mesafe koyarak uzaklaştırmıştı kendisinden insanları... aslında bazen "neden de benim bir sevgilim yok!" dediğini duyuyordu iç sesinden, ama çok sürmüyordu bu istek... hemencecik vazgeçiyordu bundan... demek ki "bir başkasının varlığını ihtiyaç olarak hissetmiyorum" diyordu- ki hissetmiyordu da aslında... yalnızlığı seviyordu o!... içinde farklı karakterlere sahip bir çok kişi vardı zaten... bir de gerçek dünyada gerçek biriyle başedecek gücü yoktu... yada öyle sanıyordu... uzaktan sevmeyi seviyordu... platonik aşkları olmuştu bolca... bu şekilde kimse kimseyi üzmüyordu... kimse bir beklenti içinde olmuyordu... tamamiyle kendine vakit ayırabiliyordu... özgürdü!...

bunları düşünürken servis iş yerine varmıştı bile...

9 Kasım 2008

yürüyüş



...
bugün ankaranın kazan ilçesine bağlı bir yerde yürüyüş yaptık...
toplam da 25 km.lik bir yürüyüştü bu...
yıldırım evci yaylası denen yere ulaştık...
ve ardından karagöl manzarısını izlemek için 1 saatlik daha yol yürüdük...
yol dediğime bakmayın, dağlık bir alanda ormanın içinden geçtik...
1780 m rakımdan izledik manzarayı...


güzeldi...
seviyorum yürümeyi, yeni yerler görmeyi, şehirden uzaklaşmayı...
kafamı dağıtmama yardımcı oluyor bu...
yeni planlar da yapılmaya devam ediliyor...
zamanla...
...

1 Kasım 2008

hediye

...
geçenlerde bir hediye verildi bana...
verildi verilmesine ama sonunda verende kaldı...
unuttu bana vermeyi...
unuttum ben de almayı...
acaba ne zaman verir diye merakla beklemekteyim...
yoksa vaz mı geçti vermekten...
artık vermek istemiyor mu...
yada bana bir sebepten dolayı kızdı mı...
artık haketmediğimi mi düşünüyor...
hediye hak edilen birşey midir ki...
hakedilen bir şeyse yokluğu abest olmalı...
neden mutlu eder insanı hediye...
kendini özel hissettiriyor galiba...
"düşünmesi bile güzel" derler ya...
gerçekten öyle...
...

21 Ekim 2008

...



buhranlı bir dönemde olmalıyım bu aralar...
ekonomideki kötü gidişatın mı etkisi var acaba...
yasaklar mıdır sıkıntıya sebep olan...
yada başka birşey mi...


13 Ekim 2008

yalan...




herşey yozlaşmış bu hayatta ve herkes yalan söylüyor...
samimi değiliz hiç birimiz, en samimi olduğunu söyleyende bile bir samimiyetsizlik kokusu seziliyor... bu yüzden kimse kimseye güvenemiyor ve hatta kendine bile çoğu zaman...
filmdeki gibi; kendimi yalan söylerken yakaladığımdan beri, kimseye inanmıyorum...


neden bu kadar zor dürüst olmak, olduğun gibi davranamamak, yalana dolana başvurmadan yaşamak... genlerimizde mi var bu, yoksa kahrolası sisteme ayak uydurup onun bir parçası mı oluyoruz... yada her ikisi birden mi...


9 Ekim 2008

Fikret Kızılok - Yadigar...

Fikret Kızılok deyince aklıma ilk gelen; kalın ama yumuşacık bir ses ve bunun yarattığı tuhaf anlatılamaz hüzündür benim için... neşeli şarkıları da vardır elbet, lakin onun ben de bıraktığı genelde mutsuzluğa dair şeylerdir... aslında bunu mutsuzluk olarak isimlendirmekte pek doğru değil... galiba onu en çok mutsuz olduğum zamanlarda dinliyorum... bu yüzden de hüznü çağrıştırıyor ben de...

albümlerinden en tanınanı yada en çok ses getireni "zaman zaman" dır esasında... ben ise 1995 yılında yayınlanan bir albümünü paylaşmak istedim... belki benim gibi seveni vardır...








Albüm iç kapağında yazanlar

Katkıda Bulunanlar:

Gitar: Fikret Kızılok Akordeon: Mutlu Ödemiş Keman: Mutlu Ödemiş Yapım: Hasan Saltık Grafik Tasarım: İhsan Eroğlu Editing: Ergün Erdal Kapak Fotoğrafı: Dicle Kızılok Vinyetler: İhsan Eroğlu İllüstrasyonlar: Dicle Kızılok Yapım: Kalan Müzik

Albüm Açıklaması:
Bir bütün olduğuna inandığım için, şarkılarımı kendim yazdım, besteledim, düzenledim, gitarımı çaldım ve söyledim.
"Başbaşa", "Yadigar", "Farketmeden", "Akşam olur hani"ve "Boşuna" da Mutlu Ödemiş keman ve akordeonla bana eşlik etti.
"Gidiyorsun"u oğlum Yağmur için yazmıştım, söylemek için büyümesini bekledim.
Beni yüreklendirip övgü ve sevgi dolu satırlar bırakan Aziz Nesin için yazdım söyledim "Hamak"ı.
Sarhoş olmadan "Pişt, Barmen"i söyledik. Çekirdek Sanatevi sakinleri alkışlarını esirgemediler.
Bu yapıtımda doğal akustik bir çalışmayı yeğledik. Teknik stüdyo oyunlarını gereksiz bulduk. Küçük hatalarımızı kendi haline bıraktık. Büyüklere oğlum Yağmur el koydu; bir daha çaldık söyledik.


Şarkı Listesi

1. Basbasa
2. Yadigar
3. Farketmeden
4. Hamak'da
5. Içmeden
6. Gidiyorsun
7. Bosuna
8. Kalbim
9. Psst Barmen
10. Demirbas

28 Eylül 2008

ege gezgini ...

uzun yıllar önce planlamış olduğum bir yolculuktu bu;
çanakkaleden başlayıp, egeyi tüm kıyı boyunca takip ederek akdenize ulaşmak...
zaman ve imkan sıkıntıları nedeniyle ancak
2008 yılı eylül ayının başında gerçekleşebildi...

kısaca anlatmaya çalışayım...

ankaradan sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzda,
öncelikli hedefimiz eskişehir ve bursa üzerinden çanakkaleye varmaktı,
çanakkaleye varmalı ama önce mola zamanı; bursada, meşhur inegöl köftesi...
balıkesir erdekte biraz turlayıp, sonra biga üzerinden ilerleyiş ve...



çanakkaleye varış...
lapsekiden arabalı vapur ile geliboluya geçiş...
eceabatta şehitlikleri ve abideleri gezdikten sonra,
yine arabalıvapurla çanakkale merkeze varış...









saat akşamın 8'i olmuş, karnımızdan sesler gelmeye başladı...
oturduk yol kenarında bir yere
karanlığın içinde, sessizliğin ortasında,
tüp ile tavada melemen yaptık,
afiyetle yedik ayıptır söylemesi...



ve yola devam...
gece konaklamak için asos-behramkaleye vardık...
yollar çok dar ve kötüydü, geceyi uçurum gibi bir yerde geçirdik...
sabahı zor etmiş yanımdakiler,
bense yorgunluktan yattığım gibi uyumuşum...






sabah uyandığımızda ilk işimiz denize girmek oldu...
sahili yoktu ama denizi güzeldi...
yanımdakiler kayalıklardan dolayı ufak kazalar atlattılar,
ayaklarını yaraladılar vs.





ardından yine yollardayız...
ve tepelik bi yerde kahvaltı yaptık...
kahvaltıda yok yoktu...
yolun hemen kenarında olduğu için,
yoldan geçen tüm arabalar bize bakıyordu garip garip...
hatta bir kaçı selam bile verdi, kornalarına basarak...
yada biz öyle anlamak istedik,
belki de oruç vakti ne iş diyerekten küfür ediyorlardı...



küçükkuyu diye sakin bir yere geldik...
burası benim çok hosuma gitti;
temiz bir kumsal, sakin bir deniz...
frizby bile oynadik denizin içinde...

altınoluk'a geldik ardından ve burda da denize girdik...
ama burası kalabalıktı, denizi de dalgalıydı...
sevemedim burayı...




çanakkaleden çıktık ve tekrar balıkesire geldik,
durağımız ise ayvalık,
önce şeytan sofrası denen tepelik yerdeyiz,
manzara harikaydı...
bir de şeytanın ayağı diye birşey uydurmuşlar burada,
ayak şeklinde bir çukur...
insanlar içine binbir çeşit para atmışlar, garipti...
demek ki sadece türkler değil böyle garip şeyler yapan...



ve meşhur sarımsaklı plajı...
aslında doğrusu sarmısaklı plajı olmalı ama,
gidip kavga etmek istemedim belediye başkanıyla,

plajı güzeldi, çok temiz olmasa da güzel bir kumsalı vardı,
ayrıca egede gezdiğim en soğuk yerdi, bu yüzden akşam girmedik denize,
makarna yaptık kendimize ve afiyetle yedik,
akşam açılan pazarları gezdik...
sabahtan denize girdik, denizi de güzeldi, ama çok soğuktu...



tekrar yola koyulduk...
bu sefer ki durağımız bergamaydı...



önce asklepion isimli antik dönemden kalma sağlık kentini ziyaret ettik,
ilk ve önemli sağlık kentlerinden biriymiş,
şu an bir tane de yunanistan da varmış benzeri,
iyileşme ihtimali olan hastaları burada tedavi ediyorlarmış,
olmayanları ise pamukkaleye gönderiyorlarmış,
sırayla ion, roma ve bizanslıların himayesine girmiş,
romanın ilk kurulduğu yer diye birşeyler de okudum ama garip geldi...


ve ardından bergamanın içinden geçerek akropola vardık...




yüksek bir yerdeydi, bergama ayaklarının altındaydı sanki,
hemen yanında bir baraj vardı, ama ismini bilmiyorum,
bergamada ilk yerleşim alanıymış, bazilika denen yapılar vardı,
güzeldi kısaca...



nereye mi bakıyorum, ah bi bilsem...




37 derece eğimli amfi tiyatro...
bu kadın kim mi? bilmiyorum, ama türkçe konuşmuyordu...





sonraki durağımız foça...
burayı da sevdim ben, insanlar sakin, sokaklar sakin, herşey düzenli,
deniz güzel, plaj gösterişten uzak,
güzeldi yani...



karanlık bastırıyor... izmiri gezmeliyiz...
ama malesef izmiri akşam vakti transit geçtik,
akşamıdır asıl güzel olan dediler,
duracak vaktimiz yoktu,
yolları çok güzeldi onu çok iyi hatırlıyorum,
otobanı kullandık bir yere kadar,
ben fazla tutmasın istiyordum ücret,
o yüzden bir yerinde çıktık, 10-15 ytl beklerken, 2,5 ytl ücret ödedik,
şaşırdım, taktir ettim yapanları...



doğruca çeşmeye vardık, gece biraz gezdik çeşmeyi,
ardından da güzel, nezih bir mekanda yemek yedik...
sabah oldu...
yine boyun, sırt ve bacak ağrılarıyla uyandık,
arabanın içinde uyumanın sonuçları...
erkenden denize girdik kimsecikler yoktu,
balıklarla beraber güne-güneşe merhaba dedik,
selçuk-efese gitmek üzere yola koyulduk,
yolda pazar gördük, durduk meyve-sebze aldık,
taze ve hormonsuzdular, kokuları bile güzeldi...




efese varmadan yol üzerinde özdere belediyesinin olduğu yerde
yine denize girdik, yine frizby oynadık,
çok fazla yoğunluğun olmadığı, keşfedilmemiş,
güzel yerlerden biri dedim içimden...


ve efes...
anlatmaya gerek yok, fotoğraflar konuşsun...











fazla da konuşmasın, uzadıkça uzuyor yazı...
görülmesi gereken bir yer diyorum ve
efesten ayrılıyorum...



buraya kadar gelmişken,
yedi uyuyanlar mağarısını görmeden gitmek olmaz dedik,
ama bir sorun vardı; mağarının çok az bir kısmını açmışlar,
geri kalan ve asıl mağarların olduğu yerleri kapatmışlardı,
türkleri anlamak zordur dedik ve başımız önde geri döndük...




efesin hemen yanında, meryemana kilisesi var,
hristiyanların hac mekanı olarak geçiyormuş,
efese girmek için müzekart geçerli iken, meryemana da geçersizmiş,
3 kişi için birsürü para isteyince kapıdaki görevliler,
ben de nasıl bir kızdıysam artık,
çıktığım gibi indim yokuşu, bir sürü de küfür salladım sorumlulara...
bu da yol üzerindeki heykeli meryem annemizin...




akşam üzeri kuşadasına geldik ve üşenmeden,
o soğuk havada denize girdik,
deniz çok dalgalıydı görüldüğü üzere, ama keyifliydi...
metrelerce yürüdük ama boyumuzu geçmiyordu deniz,
alışveriş yaptık marketin birinden,
adını veremem reklam olur...

aydın didimde konaklamak üzere yeniden yola çıktık,
ilk kez gideceğimiz yazlık evimizi, tarif yoluyla gece yarısı bulduk...
duş aldık uzun zaman sonra, yemeğimizi hazırlayıp yedik ve yattık,
bu arada düz bir yerde yatmak gibisi yokmuş,
sabah havuza giriş ve ardından yola devam...




yeni hedefimiz apollon tapınağı...



çok komikti halimiz; yolda sorduk apollon tapınağı nerde diye,
adamın verdiği cevabı hiç beklemiyorduk: sağınızdaki yer...
etrafımıza bakmıyor muşuz meğer,
gelmişiz ve önünden de geçmişiz hatta,
yorulmaya mı başladık ne?
neyse olur bazen...





bu kadar tarihi yer yeter bünyeye...
biraz da denize girelim olmaz mı...
hayatımda ilk kez denizle tanıştığım yere geldik; akbük...
küçüktüm, küçücüktüm, oltamı attım denize doluşuverdi balıklar misali...
çocukluğun verdiği heyecanla olsa gerek, ne çok sevmiştim burayı...

yine öyle...
sıcacık bir hava, harika bir kumsal, güzel bir deniz...
hadi yine iyisiniz dondurmalar benden...
yalana yalana bitirdik... bittik...




oyalanmayalım daha muğla ve antalya var
ilk hedefimiz muğla bodrum,
yolda balık aldık, kömür ateşinde pişirdik ve yedik...


yola devam...
bodrum gümbette geceledik,
ne kadar kalabalık sokaklar, barlar, heryer...
neyse uyumam lazım artık...




sabah yine erkenden ben uyandım ilk,
hadi denize dedim, ne denizi bu saatte dediler yine,
ben gidiyorum dedim, hepsi peşimden geldi,
durgun ve güzeldi deniz, ama çok fazla tekne vardı sahilde...
bana göre bir yer değil burası, çok kalabalık...


bodrumdan datça yarımadasına arabalı vapur varmış,
nasıl gidebiliriz, nerdedir burası?
o bugün yok, yarın akşam üstü 4 te var.
haydaa...
o zaman arabayla marmarise...


ama önce ismini bile bilmediğim, küçük ve sakin bir sahil kasabasındayız
sadece gökovaya bağlı olduğunu hatırlıyorum
çok hoşuma gitti burası mesela
çocuklar uyudu hemen, denize bile girmediler hatta
iyice yoruldular anlaşılan, çok dayanıksız çıktı bunlar...






ve ardından marmaristeyiz,
ama marmarisi de transit geçtik,
hem çok kalabalıkmış, hem de denizi kirliymiş,
istikamet içmeler...


evet denizi güzel ama ben böyle kalabalık görmedim,
adım atacak yer yok, hem de bu mevsimde,
her tarafı oteller kaplamış, şezlonglarını sermişler kumsala,
bir başından diğer başına kadar gittik plajın,
ve en sonunda dayanamayıp, daldım ucunda bir yerden,
buraya kadar gelip, denizine giremedim der miyim...





geldik dalyana...
buraya gelişimizin özel bir nedeni var; iztuzu plajı.





caretta caretta kaplambağalarının yumurtlama yaptıkları sahillerimizden bir tanesi,
plajın uzunluğu 5 km. imiş, güzeldi,
hatta gündüz vakti olmasına rağmen yavru bir kaplumbağa gördüm,
ben çok utangacımdır, çekmesen fotoğrafımı dedi,
bu yüzden fotoğrafını koymayacağıma söz verdim kendisine...



yüzdüm bol bol, dalgalarla dansettim
gökyüzü ile oyunlar oynadım...





gitme vakti geldi
muğlada sahil kenarında son durağımız fethiye,
fethiye deyince de akla ilk gelen yer; ölüdeniz...




yolda eğer birazcık dikkatsiz olsaydım,
bizim de takla atmamamız içten bile değildi,
neyse ki takla atmış olmalarına rağmen, ufak yaralarla atlattılar kazayı,
emniyet kemeri takmanın, insanın hayatını kurtardığını birkez daha gördüm...




paraşütle atlıyorlardı tepeden,
ölüdeniz manzarısıyla birlikte, uçuyorlardı semada
çok özendik ama tuzluydu biraz,
iç çekerek baktık öyle uzaktan, başka bir sefere dedik,
söz verdik kendimize ve birbirmize hatta...




saklıkent'i aradık biraz ve bulduk sonunda
13 km.lik bir kanyonun bitiş noktasından,
eksi bilmem kaç derecede su fışkırıyordu kayaların arasından,
rafting bile yapılıyormuş istenirse,
akşam olmuştu, bu yüzden gitmeliydik artık...





sıradaki durağımız neresi mi?
antalya sınırları içerisinde bulunan kaş ilçesine bağlı patara plajı...
uzunluk bakımından türkiyenin en uzun plajıymış; 8 km.
burası da caretta caretta kaplumbağalarının yumurtlama alanlarından,
bu sefer göremedim kaplumbağaları,
ama bol bol yengeç vardı, onları avlamak için bekleyen...




son durağımız kaputaj plajı olacak,
ama önce göcek...
denize adımınızı atıyorsunuz ve 1 metre ilerledikten sonra,
bir anda ayaklarınız yerden kesiliyor, sanki havuza atlar gibi,
güzelce yüzdük, sıcağın altında yattık ve müsade isteyip ayrıldık...





son olarak yine kaş sınırları içinde bulunan doğa harikası kaputaj plajına geldik,
geldik gelmesine fakat, kimsenin denize girecek gücü kalmamıştı,
uzaktan baktık öylece, seyreyledik güzelliği,
ordan da müsade istedik ve ayrıldık...


ve dönüş başladı...
kaş - elmalı arasında toroslardan geçtik,
yollar tehlikeli ve bir o kadar güzeldi,
bir ara yağmura yakalandık, garipti,
yükseklik farkından uykumuz gelmişti iyice,
elmalıdan 3 tane elma aldık, yol kenarındaki elma bahçelerinden,
taze elma kendimize gelmemizi sağladı,
korkuteli - bucak arası sıkıcıydı,
burdur merkez ve keçiborlu üzerinden afyonkarahisara vardık,
emirdağ, sivrihisar, polatlı ve ankara...

düşünüyorum da 8 günde inanılmaz yol yaptık (3200 km.)
toplam da 13 tane şehirden geçtik,
bir sürü ören yeri gördüm, gün de en az iki sahilde denize girdim,
acıktığımız yerde yemek yedik,
sıkıldığımızda bir sonraki durağa geçtik,
30 yaşımın baharına gelmişken keşfettim bunca şeyi,
yaz aşkı edinmeden geri geldim, çünkü yaz geçmişti artık,
düşündükçe farkediyorum;
günübirlik koşturmacalardan ne kadar çok sıkılmışım meğer,
hayat ellerimizin altından akıp gidiyor,
anın değerini bilmek gerek diyerekten, mesajıma son verirken,
bir sonraki keşfimin karadeniz kıyılarına olacağını düşünmekteyim
lakin ne zaman olur, bu konuda birşey söylemek zor,

... güzeldi ...

not: fotoğraflar tamamen amatör bir ruhla, nokia 6630 ve n70 denen cep telefonları ile çekilmiştir.