27 Şubat 2009

siz, ey günahkarlar...






Ben, günahı severim. Bu sevgi, bir günahkar olmamdan, günahın baş döndürücü girdaplarında kayboluşun olağanüstü hazlarına düşkünlüğümden değildir sadece.

Hayat dediğimiz o ışık ve acı dolu tuhaflığı hem besleyip hem zehirleyen özsuyun günahın bizzat kendisi olmasındandır.

Bütün trajedimizi, yaratıcılığımızı, çelişkilerimizi, ruhumuzdaki kıvranmaları, kendi isteklerimizden duyduğumuz şaşırtıcı korkuyu, kimliğimizin bize haz ve acı veren gölgeli yanlarını günaha borçluyuz.

Günahın hayatın içindeki yerini anlayabilmemiz için sanırım ona verilen cezanın şiddetine bakmalıyız.

O ceza, katranlı korkunç alevler içinde sonsuza dek kavrulmaktır.

Böylesine ürkütücü bir cezayla önlenmek istemesine ve o cezaya rağmen bizim günahtan vazgeçememize baktığımızda ‘günah' sözcüğünün arkasında hayatın ve insanın sırlarının saklı olduğunu sanırım anlayabiliriz.

İnsanoğluna sunulabilecek en büyük ödül olan cennette doğmalarına rağmen Havva'yla Adem'in uğruna o cennetten kovulmayı bile göze almaları bize günahın çıldırtıcı çekiciliği hakkında bir fikir verir zaten.

Ne cennetin hurilerle, gılmanlarla, kevser şaraplarıyla dolu tanrısal bereketine ne de insan aklının alabileceği en korkunç ceza olan cehennemin katranlı alevlerine aldıran bir istekten söz ediyoruz günah dediğimizde.

Öyle bir istek ki günah dediğimiz, o isteği duyduğumuzda ne cenneti ne cehennemi görüyor gözümüz.

Nedir peki, cehennemin korkunç ıstıraplarını bile bir anda önemsiz gösterebilen bu günah denilen korkunç istek?

Niye böyle isteklerle doğuyoruz?

Neden ‘nefsimiz' günah istekleriyle dolu?

Bizi böyle isteklerle yaratan Tanrı sonra neden onları yasaklıyor?

Tanrı niye binlerce yıldan beri bize kendi yarattığı bu isteklere uymamamızı söyleyen peygamberler gönderiyor?

Tanrı'nın yarattığı o günah isteğiyle dolu ‘nefs'ten daha güçlü bir ‘yasaklama iradesini' peygamberlerin yaratması ne kadar mümkün?

Biz nefsimizdeki günah istekleriyle o isteklerin gerçekleşmesi halinde başımıza gelecekler arasında büyük bir savaş yaşarken, Tanrı da kendi yarattığı isteklerle gene kendi yarattığı yasakların mücadelesinde neden kendisinin ‘ilk eserinden' değil de daha sonraki yasaklarından yana çıkıyor?

Eğer Tanrı bizi günahı bilmeyen bir ruhla yaratsaydı da daha sonra da günahı öven şeytanı gönderseydi sonuç ne olurdu?

Yarattığı insanlar Tanrı'nın ‘eylemi', kutsal kitaplar da Tanrı'nın ‘sözü' ise, söz eylemden daha güçlü olabilir mi?

İnsanın sözüne değil de eylemine önem veren Tanrı neden kendisinin eylemine değil de sözüne önem vermemizi istiyor?

Aslında Tanrı bizi değil de kendini mi sınıyor?

Bütün bu sorular bile ruhumuzun nasıl büyük bir iç çatışmayla çalkalandığını, bütün varlığımızın nasıl güçlü bir depremle daha doğuştan ikiye bölündüğünü gösteriyor.

Çelişkilerle dolu yaratılıyoruz.

Her isteğimiz, her arzumuz mutlaka kendi düşmanını buluyor ruhumuzda.

İsteklerimizi yok etmek mümkün değil.

O istekler içimize Tanrı ya da doğa, ne derseniz deyin, ama mutlaka bizden daha büyük bir kudret tarafından konuldu.

O isteklere karşı nasıl dayanacağız?

Keşişler, ermişler manastırlara, çöllere kaçarak kendi isteklerinden saklanıyorlar.

Kaçmak, yenmek anlamına gelir mi?

Ya da istek uyandıran ne varsa onun üstünü örtüyoruz, onları görünmez kılıyoruz, onları kendi gözümüzden saklamaya çalışıyoruz.

Saklamak, yenmek anlamına gelir mi peki?

Ne yaparsak yapalım, hepimiz o isteğin içimizde durduğunu biliyoruz.

Hırsımız, bencilliğimiz, kendini beğenmişliğimiz, iştahımız ve hepsinden daha kandırıcı olan şehvetimiz orada öylece duruyorlar.

Günahtan kaçsanız bile günahkarlıktan, günah dolu isteklerinizin varlığından kaçamazsınız.

Bütün hayatınız zaaflarınızla korkularınızın çatışmasıyla dolu geçecek.

Hep gizli bir huzursuzluk taşıyacaksınız teninizin altında.

Ve, hep kim olduğunuzu merak edeceksiniz.

Sizi bu kadar değerli kılan da bu çelişkileriniz, çelişkilerinize soyunuzun duyduğu merak.

Felsefeyi, edebiyatı yaratan da içinizdeki bu huzursuzluk, bu belirsizlik, bu çelişki, bu cevapsız sorular zaten.

Kendinizi anlamaya çalışıyorsunuz.

Bu tanrısal ikiliğin, bu görkemli çatışmanın, isteklerinizle yasaklarınız arasındaki bu muhteşem çelişkinin, arzularınızla suçluluk duygunuz arasındaki o depremsel mücadelenin, hazzın çıldırtıcılığı ile huzursuzluğun yıpratıcılığı arasında sürekli seçim yapma zorunluluğun ruhunuzda yarattığı gitgelleri; o gitgellerin gizli ve açık yaralarını, o yaraları nasıl sağaltacabileceğinizi, tek günahkarın kendiniz olup olmadığını kavramak istiyorsunuz.

Omuzlarınızda, günahlarınızı ve sevaplarınızı kaydeden melekler var mı bilmiyorum ama zihninizin derinliklerinde her duygunuzu, her davranışınızı yargılayan, onları kayıtlara geçiren bir mahkeme kurulduğunu biliyorum.

Olabilecek en korkunç mahkeme bu.

Yargılayan da sizsiniz, yargılanan da...

Ve, söyleyeceğiniz yalanların hepsini biliyorsunuz.

Gene de kendinizi, içinizdeki yargıcı kandırmak için uğraşan da sizsiniz.

Aklınızın bir yanı duygularını savunmak için yalanlar uyduruyor, mantıklı nedenler buluyor.

Aklınızın yargıç yanı sizi sessizce dinleyip pusuya yatıyor.

Sonra birden ani huzursuzluklarla, korkularla, utanma duygularıyla uyanıyorsunuz.

Yaşadığınız tanrısal bir kargaşa.

İnsanoğlu kendi içindeki kargaşayı anlayabilmek için edebiyatı buldu, romanlar bunun için yazılıyor.

Günahkarları günahkarlara anlatmak için.

Günah olmasa edebiyat olmazdı.

Bütün varlığını günaha borçlu çünkü.

Herkesten günahtan kaçıp çöllere saklansa da edebiyat günahtan saklanamaz.

Herkes, günah uyandıran nesneleri kapatmaya, örtmeye çalışsa da edebiyat onların üstünü açmak zorundadır.

Bütün dinler, Tanrı'nın yarattıklarının nasıl yasaklanacağını anlatır.

Edebiyat ise Tanrı'nın neyi yarattığını anlatır bize.

Tanrı'nın yarattığı insanın nasıl bir şey olduğunu biz edebiyattan öğreniriz.

İnsan ruhunu anlatan romanlar, bir insanın ruhuna ne kadar girerlerse, ne kadar derine inerlerse Tanrı'nın yarattığına da o kadar yaklaşırlar.

Tanrı insanlara neleri yapmaması gerektiğini peygamberleriyle anlatırsa, neyi yarattığını da romancılarıyla anlatır.

Siz nasıl bir ruhla yaratıldığınızı, o ruhta hangi günahkar arzuların bulunduğunu, bazen o arzularla nasıl mücadele ettiğinizi, bazen de onlara nasıl esir düştüğünüzü ve sizin tek başınıza yaşadıklarınızın aslında bütün insanlığın ortak macerası olduğunu romanlardan öğrenirsiniz.

Günahtan korkan günahkar ruhunuzun tek tesellisi aslında belki de romanlarda saklıdır.

Öyle yaratıldığınızı ve günahkarlığın ortak bölüştürüldüğünü romanlardan öğrenirsiniz.

‘Yalnız değilsiniz' der size romanlar.

‘Diğerleri de sizin gibi, onlar da aynı günahkar arzulara sahipler.'

‘Tanrı hepinizi böyle yarattı.'

Sanırım edebiyat kutsallığını günah karşısındaki bu cesaretine borçlu.

Ben günahı severim.

Sadece günahın hazlarına dalmış bir günahkar olduğumdan değil...

Hayatın, edebiyatın ve hatta yaratanın çelişkilerle dolu büyük kudretini onda gördüğüm için.



Ahmet Altan'ın 04.12.2005 tarihli
Hürriyet Pazar yazısından alıntı.

26 Şubat 2009

olağandışı bir aşk öyküsü...





moses mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. çok kısa olmasının yanısıra, çok garip bir de kamburu vardı.


moses mendelssohn, günün birinde hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. işadamının, frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. o nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu.

ayrılma zamanı geldiğinde moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. kızın güzelliği öylesine olağanüstü idi ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, moses'i çok üzdü.

güçlükle başarabildiği konuşma sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu:

"evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi.

"elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp, moses'in yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu:

"peki ya siz?" dedi. "siz inanır mısınız buna?"

moses bir an bile duraksamadı:

"evet, ben de inanırım" dedi ve ekledi: "biliyor musunuz? her erkek çocuğu doğduğunda tanrı, onun evleneceği kızı belirlermiş. benim doğumumda da, evleneceğim kızı belirlemiş ve bana "senin karın kambur olacak" demiş. o zaman ben bir istekte bulunmuşum tanrı'dan. "tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. lütfen onun kamburunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap" demişim."

moses'in bu sözlerinden sonra frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatıp, moses'in elini tuttu.

ve daha sonra da onun sevgili eşi oldu.

bu anlatılan bir peri masalı değil, ünlü alman besteci mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.

B.J. Vissell'den.

20 Şubat 2009

hiç

...
bir yerden sonra insan artık bitip tükendiğini hissediyor galiba
artık canın hiç birşey istememeye başlıyor
hayat boş ve anlamsız
umudun tükendiğini hissediyorsun
...

...
tuhaf ve anlatılamaz bir yalnızlık oluyor yaşamında
kalabalıklar içinde daha da yalnızlaştığını farkediyorsun
herkesten ve herşeyden kaçmaya başlıyorsun
aslında bir o kadar da birilerini istiyorsun
ama olmuyor bir türlü
gerçek anlamda bir beraberliğin
mümkün olmadığını farkediyorsun her seferinde
...







...
uzaklaştıkça uzaklaşıyorsun herşeyden
kapandıkça kapanıyorsun içine
gülemiyorsun hiç birşeye tam anlamıyla
gülümsüyorsun en fazla yada boş bir kahkaha
kimseye belli etmemeye çalışıyorsun mutsuzluğunu
...


...
ama hepsi nafile
tükenmişlik sarmış çoktan
dört bir yanını
...

13 Şubat 2009

erkan oğur - bir sevda şarkısı


Bir sevda şarkısı
Yükleyen msadik



bir sevdayım candan içre
akar gider katre katre
gece gündüz dolup boşluktan

biraz susuz, biraz yorgun
tende sıkkın, düşten sıkkın
kuş misali boşlukta, bilinmez

ne lokmandadır, ne de sende
ne sazlardadır, ne de sözde
ne göklerdedir, ne de çöllerde of
ne neylerdedir, ne meyhanede of of

o sonsuzdan bu sonsuza
misafirim ben misafir
kiminleyim, kimim bilinmez

hayat bildik biz bu tadı
dünyaya geldik geleli
pervaneyiz biz, bilinmez



(Mektup filminden alıntı)
Söz: Fikret Kızılok
Müzik: Erkan Oğur

7 Şubat 2009

boş işler...





--- son zamanlarda yapmaya çalıştığım ve/ya yaptığım birkaç şey ---




* sevdiğimi çok acayip bi şekilde kıskanma krizine girdim,
lakin henüz çıkamadım...

* hayatın monoton temposundan kurtulup kendime vakit ayırmaya çalışıyorum...
* arkadaşlarımla bilardo oynadım ve yenildim en iddaasız olanına...
* kitaplarımla ve kütüphanemle biraz vakit geçirdim...
* "Kuantum Teorisi, Felsefe ve Tanrı" isimli kitabı okuyorum fırsat buldukça..
* windows 7 yi denemek için beta sürümünü indirdim ve denedim, pek sarmadı beni...
* bu arada ben çok fena kıskandım yahu... öyle böyle değil...