28 Eylül 2008

ege gezgini ...

uzun yıllar önce planlamış olduğum bir yolculuktu bu;
çanakkaleden başlayıp, egeyi tüm kıyı boyunca takip ederek akdenize ulaşmak...
zaman ve imkan sıkıntıları nedeniyle ancak
2008 yılı eylül ayının başında gerçekleşebildi...

kısaca anlatmaya çalışayım...

ankaradan sabahın erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzda,
öncelikli hedefimiz eskişehir ve bursa üzerinden çanakkaleye varmaktı,
çanakkaleye varmalı ama önce mola zamanı; bursada, meşhur inegöl köftesi...
balıkesir erdekte biraz turlayıp, sonra biga üzerinden ilerleyiş ve...



çanakkaleye varış...
lapsekiden arabalı vapur ile geliboluya geçiş...
eceabatta şehitlikleri ve abideleri gezdikten sonra,
yine arabalıvapurla çanakkale merkeze varış...









saat akşamın 8'i olmuş, karnımızdan sesler gelmeye başladı...
oturduk yol kenarında bir yere
karanlığın içinde, sessizliğin ortasında,
tüp ile tavada melemen yaptık,
afiyetle yedik ayıptır söylemesi...



ve yola devam...
gece konaklamak için asos-behramkaleye vardık...
yollar çok dar ve kötüydü, geceyi uçurum gibi bir yerde geçirdik...
sabahı zor etmiş yanımdakiler,
bense yorgunluktan yattığım gibi uyumuşum...






sabah uyandığımızda ilk işimiz denize girmek oldu...
sahili yoktu ama denizi güzeldi...
yanımdakiler kayalıklardan dolayı ufak kazalar atlattılar,
ayaklarını yaraladılar vs.





ardından yine yollardayız...
ve tepelik bi yerde kahvaltı yaptık...
kahvaltıda yok yoktu...
yolun hemen kenarında olduğu için,
yoldan geçen tüm arabalar bize bakıyordu garip garip...
hatta bir kaçı selam bile verdi, kornalarına basarak...
yada biz öyle anlamak istedik,
belki de oruç vakti ne iş diyerekten küfür ediyorlardı...



küçükkuyu diye sakin bir yere geldik...
burası benim çok hosuma gitti;
temiz bir kumsal, sakin bir deniz...
frizby bile oynadik denizin içinde...

altınoluk'a geldik ardından ve burda da denize girdik...
ama burası kalabalıktı, denizi de dalgalıydı...
sevemedim burayı...




çanakkaleden çıktık ve tekrar balıkesire geldik,
durağımız ise ayvalık,
önce şeytan sofrası denen tepelik yerdeyiz,
manzara harikaydı...
bir de şeytanın ayağı diye birşey uydurmuşlar burada,
ayak şeklinde bir çukur...
insanlar içine binbir çeşit para atmışlar, garipti...
demek ki sadece türkler değil böyle garip şeyler yapan...



ve meşhur sarımsaklı plajı...
aslında doğrusu sarmısaklı plajı olmalı ama,
gidip kavga etmek istemedim belediye başkanıyla,

plajı güzeldi, çok temiz olmasa da güzel bir kumsalı vardı,
ayrıca egede gezdiğim en soğuk yerdi, bu yüzden akşam girmedik denize,
makarna yaptık kendimize ve afiyetle yedik,
akşam açılan pazarları gezdik...
sabahtan denize girdik, denizi de güzeldi, ama çok soğuktu...



tekrar yola koyulduk...
bu sefer ki durağımız bergamaydı...



önce asklepion isimli antik dönemden kalma sağlık kentini ziyaret ettik,
ilk ve önemli sağlık kentlerinden biriymiş,
şu an bir tane de yunanistan da varmış benzeri,
iyileşme ihtimali olan hastaları burada tedavi ediyorlarmış,
olmayanları ise pamukkaleye gönderiyorlarmış,
sırayla ion, roma ve bizanslıların himayesine girmiş,
romanın ilk kurulduğu yer diye birşeyler de okudum ama garip geldi...


ve ardından bergamanın içinden geçerek akropola vardık...




yüksek bir yerdeydi, bergama ayaklarının altındaydı sanki,
hemen yanında bir baraj vardı, ama ismini bilmiyorum,
bergamada ilk yerleşim alanıymış, bazilika denen yapılar vardı,
güzeldi kısaca...



nereye mi bakıyorum, ah bi bilsem...




37 derece eğimli amfi tiyatro...
bu kadın kim mi? bilmiyorum, ama türkçe konuşmuyordu...





sonraki durağımız foça...
burayı da sevdim ben, insanlar sakin, sokaklar sakin, herşey düzenli,
deniz güzel, plaj gösterişten uzak,
güzeldi yani...



karanlık bastırıyor... izmiri gezmeliyiz...
ama malesef izmiri akşam vakti transit geçtik,
akşamıdır asıl güzel olan dediler,
duracak vaktimiz yoktu,
yolları çok güzeldi onu çok iyi hatırlıyorum,
otobanı kullandık bir yere kadar,
ben fazla tutmasın istiyordum ücret,
o yüzden bir yerinde çıktık, 10-15 ytl beklerken, 2,5 ytl ücret ödedik,
şaşırdım, taktir ettim yapanları...



doğruca çeşmeye vardık, gece biraz gezdik çeşmeyi,
ardından da güzel, nezih bir mekanda yemek yedik...
sabah oldu...
yine boyun, sırt ve bacak ağrılarıyla uyandık,
arabanın içinde uyumanın sonuçları...
erkenden denize girdik kimsecikler yoktu,
balıklarla beraber güne-güneşe merhaba dedik,
selçuk-efese gitmek üzere yola koyulduk,
yolda pazar gördük, durduk meyve-sebze aldık,
taze ve hormonsuzdular, kokuları bile güzeldi...




efese varmadan yol üzerinde özdere belediyesinin olduğu yerde
yine denize girdik, yine frizby oynadık,
çok fazla yoğunluğun olmadığı, keşfedilmemiş,
güzel yerlerden biri dedim içimden...


ve efes...
anlatmaya gerek yok, fotoğraflar konuşsun...











fazla da konuşmasın, uzadıkça uzuyor yazı...
görülmesi gereken bir yer diyorum ve
efesten ayrılıyorum...



buraya kadar gelmişken,
yedi uyuyanlar mağarısını görmeden gitmek olmaz dedik,
ama bir sorun vardı; mağarının çok az bir kısmını açmışlar,
geri kalan ve asıl mağarların olduğu yerleri kapatmışlardı,
türkleri anlamak zordur dedik ve başımız önde geri döndük...




efesin hemen yanında, meryemana kilisesi var,
hristiyanların hac mekanı olarak geçiyormuş,
efese girmek için müzekart geçerli iken, meryemana da geçersizmiş,
3 kişi için birsürü para isteyince kapıdaki görevliler,
ben de nasıl bir kızdıysam artık,
çıktığım gibi indim yokuşu, bir sürü de küfür salladım sorumlulara...
bu da yol üzerindeki heykeli meryem annemizin...




akşam üzeri kuşadasına geldik ve üşenmeden,
o soğuk havada denize girdik,
deniz çok dalgalıydı görüldüğü üzere, ama keyifliydi...
metrelerce yürüdük ama boyumuzu geçmiyordu deniz,
alışveriş yaptık marketin birinden,
adını veremem reklam olur...

aydın didimde konaklamak üzere yeniden yola çıktık,
ilk kez gideceğimiz yazlık evimizi, tarif yoluyla gece yarısı bulduk...
duş aldık uzun zaman sonra, yemeğimizi hazırlayıp yedik ve yattık,
bu arada düz bir yerde yatmak gibisi yokmuş,
sabah havuza giriş ve ardından yola devam...




yeni hedefimiz apollon tapınağı...



çok komikti halimiz; yolda sorduk apollon tapınağı nerde diye,
adamın verdiği cevabı hiç beklemiyorduk: sağınızdaki yer...
etrafımıza bakmıyor muşuz meğer,
gelmişiz ve önünden de geçmişiz hatta,
yorulmaya mı başladık ne?
neyse olur bazen...





bu kadar tarihi yer yeter bünyeye...
biraz da denize girelim olmaz mı...
hayatımda ilk kez denizle tanıştığım yere geldik; akbük...
küçüktüm, küçücüktüm, oltamı attım denize doluşuverdi balıklar misali...
çocukluğun verdiği heyecanla olsa gerek, ne çok sevmiştim burayı...

yine öyle...
sıcacık bir hava, harika bir kumsal, güzel bir deniz...
hadi yine iyisiniz dondurmalar benden...
yalana yalana bitirdik... bittik...




oyalanmayalım daha muğla ve antalya var
ilk hedefimiz muğla bodrum,
yolda balık aldık, kömür ateşinde pişirdik ve yedik...


yola devam...
bodrum gümbette geceledik,
ne kadar kalabalık sokaklar, barlar, heryer...
neyse uyumam lazım artık...




sabah yine erkenden ben uyandım ilk,
hadi denize dedim, ne denizi bu saatte dediler yine,
ben gidiyorum dedim, hepsi peşimden geldi,
durgun ve güzeldi deniz, ama çok fazla tekne vardı sahilde...
bana göre bir yer değil burası, çok kalabalık...


bodrumdan datça yarımadasına arabalı vapur varmış,
nasıl gidebiliriz, nerdedir burası?
o bugün yok, yarın akşam üstü 4 te var.
haydaa...
o zaman arabayla marmarise...


ama önce ismini bile bilmediğim, küçük ve sakin bir sahil kasabasındayız
sadece gökovaya bağlı olduğunu hatırlıyorum
çok hoşuma gitti burası mesela
çocuklar uyudu hemen, denize bile girmediler hatta
iyice yoruldular anlaşılan, çok dayanıksız çıktı bunlar...






ve ardından marmaristeyiz,
ama marmarisi de transit geçtik,
hem çok kalabalıkmış, hem de denizi kirliymiş,
istikamet içmeler...


evet denizi güzel ama ben böyle kalabalık görmedim,
adım atacak yer yok, hem de bu mevsimde,
her tarafı oteller kaplamış, şezlonglarını sermişler kumsala,
bir başından diğer başına kadar gittik plajın,
ve en sonunda dayanamayıp, daldım ucunda bir yerden,
buraya kadar gelip, denizine giremedim der miyim...





geldik dalyana...
buraya gelişimizin özel bir nedeni var; iztuzu plajı.





caretta caretta kaplambağalarının yumurtlama yaptıkları sahillerimizden bir tanesi,
plajın uzunluğu 5 km. imiş, güzeldi,
hatta gündüz vakti olmasına rağmen yavru bir kaplumbağa gördüm,
ben çok utangacımdır, çekmesen fotoğrafımı dedi,
bu yüzden fotoğrafını koymayacağıma söz verdim kendisine...



yüzdüm bol bol, dalgalarla dansettim
gökyüzü ile oyunlar oynadım...





gitme vakti geldi
muğlada sahil kenarında son durağımız fethiye,
fethiye deyince de akla ilk gelen yer; ölüdeniz...




yolda eğer birazcık dikkatsiz olsaydım,
bizim de takla atmamamız içten bile değildi,
neyse ki takla atmış olmalarına rağmen, ufak yaralarla atlattılar kazayı,
emniyet kemeri takmanın, insanın hayatını kurtardığını birkez daha gördüm...




paraşütle atlıyorlardı tepeden,
ölüdeniz manzarısıyla birlikte, uçuyorlardı semada
çok özendik ama tuzluydu biraz,
iç çekerek baktık öyle uzaktan, başka bir sefere dedik,
söz verdik kendimize ve birbirmize hatta...




saklıkent'i aradık biraz ve bulduk sonunda
13 km.lik bir kanyonun bitiş noktasından,
eksi bilmem kaç derecede su fışkırıyordu kayaların arasından,
rafting bile yapılıyormuş istenirse,
akşam olmuştu, bu yüzden gitmeliydik artık...





sıradaki durağımız neresi mi?
antalya sınırları içerisinde bulunan kaş ilçesine bağlı patara plajı...
uzunluk bakımından türkiyenin en uzun plajıymış; 8 km.
burası da caretta caretta kaplumbağalarının yumurtlama alanlarından,
bu sefer göremedim kaplumbağaları,
ama bol bol yengeç vardı, onları avlamak için bekleyen...




son durağımız kaputaj plajı olacak,
ama önce göcek...
denize adımınızı atıyorsunuz ve 1 metre ilerledikten sonra,
bir anda ayaklarınız yerden kesiliyor, sanki havuza atlar gibi,
güzelce yüzdük, sıcağın altında yattık ve müsade isteyip ayrıldık...





son olarak yine kaş sınırları içinde bulunan doğa harikası kaputaj plajına geldik,
geldik gelmesine fakat, kimsenin denize girecek gücü kalmamıştı,
uzaktan baktık öylece, seyreyledik güzelliği,
ordan da müsade istedik ve ayrıldık...


ve dönüş başladı...
kaş - elmalı arasında toroslardan geçtik,
yollar tehlikeli ve bir o kadar güzeldi,
bir ara yağmura yakalandık, garipti,
yükseklik farkından uykumuz gelmişti iyice,
elmalıdan 3 tane elma aldık, yol kenarındaki elma bahçelerinden,
taze elma kendimize gelmemizi sağladı,
korkuteli - bucak arası sıkıcıydı,
burdur merkez ve keçiborlu üzerinden afyonkarahisara vardık,
emirdağ, sivrihisar, polatlı ve ankara...

düşünüyorum da 8 günde inanılmaz yol yaptık (3200 km.)
toplam da 13 tane şehirden geçtik,
bir sürü ören yeri gördüm, gün de en az iki sahilde denize girdim,
acıktığımız yerde yemek yedik,
sıkıldığımızda bir sonraki durağa geçtik,
30 yaşımın baharına gelmişken keşfettim bunca şeyi,
yaz aşkı edinmeden geri geldim, çünkü yaz geçmişti artık,
düşündükçe farkediyorum;
günübirlik koşturmacalardan ne kadar çok sıkılmışım meğer,
hayat ellerimizin altından akıp gidiyor,
anın değerini bilmek gerek diyerekten, mesajıma son verirken,
bir sonraki keşfimin karadeniz kıyılarına olacağını düşünmekteyim
lakin ne zaman olur, bu konuda birşey söylemek zor,

... güzeldi ...

not: fotoğraflar tamamen amatör bir ruhla, nokia 6630 ve n70 denen cep telefonları ile çekilmiştir.

Bob Dylan - Steve Allen Show (1964)

Murathan Mungan - Ayaküstü Yaşanmış Aşk Hikayeleri




ayaküstü yaşanmış aşk hikayeleri


1.
bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,
bildiğim ancak aşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar
hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, '
demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim
daha otobüsün ilk basamağında.
kim bilebilir ki?
sonrayı, sonrasını kim bilebilir?
gizli gizli veda edeceğim ona; görmeyecek
ve bu duyguyla burkulmuş yüreğim
otobüs camına bağrında bir ok ile
bir aşk levhası çizecek, ah min-el!
bu da ötekiler gibi,
kendisini ölesiye sevdiğimi bilmeden
yaşayıp gidecek..

3.
şimdi hemen kalksam buradan
hemen çıksam uzun sokaklardan birine
kiminle karşılaşabilirim
kime vurulurum ölesiye, eve dönmeden
geceme kuzguni bir cehennem gibi eklenen
bir ölümcül sevda hangi köşe başında
keser yolumu
bir tenhaya ulak olan
o suret avı
bırakır mı yakamı
haracı ödenmeden
bırakır mı yakamı
bir suretten, bir şiirden, bir hüzünden
ak kağıda düşürülmüş
imzasını görmeden

bırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden

4.
hangi aşk mümkündür aşığı öldürmeden
her aşk, her şiir
ardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,
küskün omuzlu terk edilmişliklerden,
perspektifinde hep bir sokak taşıyan
o sessiz
o faili meçhul cinayetlerden
resim altı sözcüklerden
aşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden

bırakır mı yakamı kağıdın ölüm beyazı sureti
elle bilenmiş sözcükler,
yüreğime sokulan serüvenin hançer tadı
nabzımın atışına ayak uyduran vezninde
gece adımları şiirlerimin
bırakır mı yakamı yaşadıklarımı
dökmeden imgelerin giysilerine
hayatın maskelenmiş gerçekliğine
upuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak için
yeniden ve yeniden.

Murathan Mungan.

27 Eylül 2008




hergün yazmak istiyorum aslında,
yazacak birşeylerim olmadığından değil,
sadece bir türlü alıştıramadım kendimi...

insanlar arasındaki ilişkilerin bir süre sonra bozulduğunu düşünürüm,
bu yüzden de biraz korkarım birine-birilerine fazlaca yanaşmaktan,
tüketmekten korkarım bazı şeyleri
ve
tanıdıkça uzaklaşmaktan, uzaklaşılmasından...
burda ise biraz farklı;
tek taraflı bir iletişim var burda,
boşluğa yazmak gibi birşey benim için,
kimse için değil bu yazılanlar...
bir beklentim yok,
yazıyorum ve belki biraz rahatlıyorum...
rahatsız mıyım ki?
değilim ama karşılıklı olmasa da paylaşmak güzel şey...

dinlemeyi çok severim,
anlatmayı da belki,
ama dinlemek kadar değil,
biriktiririm genelde içimde,
hem dinlediklerimi hem de anlatacaklarımı...
dinlerim insanları ama akıl vermeyi pek sevmem,
verecek aklım yok en başta,
belki de bir cevap beklemiyor benden diye düşünürüm,
sadece anlatmak istemiştir belki de benim gibi...

korkarım göz önünde olmaktan,
fazlaca beğenilmekten,
karşılayamamaktan beklentileri,
hep bir adım geride dururum bu yüzden...

hayat paradokslarla dolu galiba,
şu an ! olduğu gibi...

21 Eylül 2008

Çekirdek Sanatevi



"
Çekirdek Sanatevi" hakkında:

"Çekirdek Sanatevi’nde icra edilen müzikler o zamanın müzik ortamında “para etmeyen müzikler”dir. Hiçbir yerde çalınamayan ve dinlenemeyen müziklerdir. Fikret Kızılok’ta zaten bu fikirden yola çıkarak böyle bir proje geliştirmiştir. Çekirdek’te hiçbir zaman bir araya gelemeyecek Türk müziği kökenli müzisyenlerle batı müziği kökenli müzisyenler bir araya gelirler, deneysel bir sürü çalışmalar yapılır.

Çekirdek’te çok sıcak bir atmosfer vardır.Parayla hiç işi yoktur Çekirdek’in; konserlere giriş ücretsizdir ve orada çalan müzisyenler de hiç para almazlar. Açık kafalı bir yerdir.

Çekirdek’te az bir kitleye yapılan dinletiler kaydedililir ve ardından da sınırlı sayıda basılıp dağıtılır. Yapılan canlı kayıtların hepsi Fikret Kızılok’un iki kanallı basit teybinden çıkmıştır. Kayıtlarda reverb dışında bir efekt yoktur. Hatta bazı kayıtlarda etrafta koşuşturan çocukların bağırış çağırış sesleri de duyulur. Kayıtların kapakları pek sevimlidir.Hatta bir kısmı Fikret Kızılok' un o vakitler pek küçük olan oğlu Yağmur tarafından hazırlanmıştır.


Çekirdek’te dinletilerini gerçekleştiren müzisyenlerden bazıları ; Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, Erkan Oğur, Jak Esim - Cem İkiz, Ezginin Günlüğü, Yeni Türkü, Robert ‘One Man’ Johnson, Mozaik, Neşet ve Nükhet Ruacan."



İşte burada kayıtları yapılan leziz bir albüm size...
Ezginin Günlüğü - Çekirdek Dinletisi.



Parçalar öyle içten ve samimi ki insan bazen teknolojinin gelişmesini istemiyor...

01. Ekmek Parası
02. Yalnızlığım
03. Gelmiyorsun
04. Enstrumental
05. Yalgızam
06. Odam Kireç Tutmuyor
07. Yalnız Kuşun Şarkısı
08. Ağıt
09. Çamdan Sakız Akıyor
10. Gemiye Taktım Yelken
11. Drama Mapusu
12. Sabah Türküsü


18 Eylül 2008

hastayım


havalar bi anda soğudu yine
ve ben yine hasta oldum
salgın mıymış her ne ise işte
sen o kadar gez dolaş hasta olma, gel ankara da oturduğun yerde hasta ol
olacak iş mi bu şimdi
neden bu kadar çabuk hasta oluyorum bir türlü çözemedim
tamam çok fazla yemek yemiyorum ama yine de yediğim her şeye dikkat ederim
virüs ve bakterilere karşı çok dayanıksızım anlaşılan
bu hoşuma gitmiyor
çoğu zaman hasta olmak hoşuma gider halbuki, nazlanırım
çevremdekiler bana daha çok ilgi gösterir, falan filan
bi süre sonra da sıkılırım, bunalırım
yatmaktan gına gelir artık, kıçım başım daha çok ağrır
bi an önce iyi olmak isterim
hatta bazen ilaç bile kullandığım olur, çabuk iyileşmek için
ama ben neden çabucak hasta oluyorum, asıl sorun bu
bünyemin dayanıksız olması iyi bişey değil





bazen hasta yatağımda ölmek isterim ben
beni sevenler başucumda
ağlamalarını istemem ama ağlasalar daha iyi olur kanımca
değerimi bilsinler ve geç kaldıklarını farketsinler isterim
sanki değerim bilinmiyormuş gibi
yada her ne için istiyorsam artık
ölmemem için dualar falan etsinler
sevdiğimin yanımda olmasını isterim bir de
beni sevip sevmemesi önemli değil
yanımda olsun ve baksın bana öylece
söyleyecek çok fazla birşeyim olduğundan değil
neden olduğu da belli değil aslında


boş şeyler...



hediye almak güzel bişey - ama hediye almadım ben...
fotoğrak çekmeyi çok seviyorum ben - ama bi makinam olmadı hiç...
keman çalmak da çok güzel - ama bi kemanım da yok benim...
doğu-batı dergisini çok severim ayrıca - ama hiç okumadım...
boş şeylerle uğraşmak güzel - hiç boş şeylerle uğraşmam (!) ben...

2 Eylül 2008

... başlıksız ...


  • zeki demirkubuz yazmak istedim sadece boşluğa... "yazgı"yı izledim dün gece... tuhaf oldum; kızdım ama neden kızdığımı hatırlamıyorum, sonra hak verdim ama neden hak verdiğimi de hatırlamıyorum...
  • bazen insanın canı hiçbir şey istemez ya öyle bir hale büründüm yine...
  • anlaşılmayı istemek yoruyor beni... sürekli beni yanlış anlamasınlar çabası, gayreti, kaygısı... yanlış anlasalar ne olur ki ?!
  • bu yazı neden madde madde ilerliyor, hiç bir fikrim yok...
  • sebebi her ne olursa olsun, uzun bir ayrılıktan sonra, insan merak ediyor, ayrı düştüğünü... peki ilk adımı atan daha mı zayıf, yoksa "zayıf olduğumu düşünebilir" ihtimalini göze alabilecek kadar mı güçlü...
  • bir şeyi hem deliler gibi isteyip hem de bunun için hiç çaba göstermemek nasıl bir duygudur ki...
  • zaman nedir sorusunun cevabını aramakla geçecek ömrüm anlaşılan...